Pazar, Mart 25

*30 - Stone ve Gerçek

25 Ekim 2003 * Budapeşte

Yaklaşık bir haftadır buradayım ve eğitimlerin çoğuna katıldım. Andrew, Emre, Hywl ve Joseph hepsi gerçekten çok iyi çalışıyorlar. Öğretmenliği iyi yapıyorlar. Sadece savaş veya suikast için eğitmiyoruz onları. Andrew’in tarih ve edebiyat bilgisinden, Joseph’in felsefesinden, Emre ve Hywl’ın da fen ve matematik bilgisinden ders alıyorlardı.

Öğleden az önce saat on bir civarında iken yine derslere katılmıştım. Hywl zehirlerden bahsediyordu. Hywl’ın anlatış tarzıyla öğrenciler pür dikkat dinliyorlardı.

“İşte bu tip zehirleri daha derine göndermelisiniz ki işe yarasın. Eğer yüzeyde kalırsa bu sizin sonunuz demektir. Evet belki bir iğne saplamış olacaksınız ama bu ancak karşıdakinin sizi fark etmesi demek. Evet! Şimdi de uygulama vakti!”

Bazıları -hatta çoğu- ilk defa atış yapacaklardı ve heyecanları apaçık belli oluyordu. Tabi bir mermi atmakla iğne atmak arasında çok fark var. Normal bir silaha göre hedef tutturmak çok daha zor ama atış yapmak çok daha kolay. Bu silahı çok rahat bir şekilde kullanmak mümkün ama istediğiniz yeri tutturmak için çok çabalamak gerekir. İğnenin ucu tam istenilen noktaya gitmeli.

Öğrencileri uygulamada da biraz izledikten sonra Emre’ye biraz gezinmek istediğimi ve onun da benle gelmesini istediğimi söyledim.

“Ne demek Üstat senden bir şeyler öğrenmek her zaman isteğimdir.”

Böyle idi işte Emre. Her zaman mütevazı ve saygılı davranırdı. Budapeşte’de Tuna nehri kıyısı boyunca yürümeye başladık. Sonra kıyı üstündeki restoranlardan birine girdik. Siparişlerimizi verdikten sonra yemekleri beklerken cebimden çıkardığım şeyi masaya koydum.

“Geçen hafta toplantıda herkesin içinde sormak istemedim Emre. Ama açıkçası bu çizgi romanı kimin hazırladığını çok merak ediyorum. Şuna bak neredeyse yaptığım her şey var burada. İşin garip tarafı kimse bilmiyor bunların gerçek olduğunu.”

Emre çizgi romanı inceliyordu. Yüzünde bir gülümseme oluştu.

“Ama size pek benzememiş bu Üstat.”

Sayfaları çevirmeye devam ediyordu. Ve bir yerde daha durup bana çevirdi sayfayı.

“Burası da bizi ilk topladığınız zaman Üstat. O zaman gerçekten korkuyorduk hepimiz sizden. Vay be.. Diego, Samir.. hepsi öldüler. Sadece dört kişi kaldık Üstat.”

Gerçekten bu kadar ayrıntılı olması şaşırtıcıydı. Birinin yaptıklarımızı anlattığı kesindi.

“Bunu kim haber veriyor Emre bir bilgin var mı? Bu kadar ayrıntılı olması için aramızda olması lazım. Sizi ilk topladığım gün bile var yani.”

Emre suçlu ben değilim tarzında savunmaya geçti.

“Gerçekten ben değilim Üstat. Sana böyle bir şeyi asla yapmam. Ama araştırabilirim kimin yapmış olabileceğini.”

Şimdi zor kısım başlıyordu. Kime sorsam aynı cevabı verecekti. Ve hangisinin yalan söylediğini çözmek de zor olacaktı. Hepsi benim kardeşim gibiydi. Ona güvendiğimi söyledim ama şüpheliydim tabi ki içten içe.

Ayrıldık restorandan ve merkeze doğru yürüyerek gidiyorduk. Emre şüphemden ötürü tedirgin görünüyordu ve konuşmaya da pek cesaret edemiyordu kızacağımı düşünerek.

“Bir gün gelecek Emre burayı terk etmek zorunda kalacağız. Sırf bize ihanet eden kişi yüzünden. Yaptığımız her şey yıkılıp gidecek. Ama o kişinin kim olduğunu bilmiyorum Emre. Umarım sen değilsindir.”

Emre bir anda köprüye çıktı. Yüzünü bana döndü.

“Bırak de bırakayım kendimi Üstat. Eğer bunu yapanın ben olduğunu düşünüyorsan kendimi öldürmeye hazırım. Ama ben yapmadım Üstat. Ve her kim yaptıysa sonuna kadar araştırıp bulacağım.”

Gerçekten ilginç bir tepkiydi. Emre’nin bu kadar içten davrandığını hiç görmemiştim. Hemen aşağı inip yanıma gelmesini söyledim.

“Senin olmadığını biliyorum Emre. Ama bana hak vermelisin şu an herkese şüpheyle bakıyorum mecburen. Bulana kadar da hepinize eşit yaklaşmalıyım. Hislerine güven Emre ama mantığını da unutma. Eğer ben içimden geçen birini direk suçlasam veya herhangi birini direk temiz göstersem ve sonra tam tersi çıksa. Bir daha bu düzeni göremeyiz.”

“Haklısın Üstat. Benim olmadığım çıkacak yakında. Söz veriyorum.”

Bir süre sonra merkeze varmıştık. Emre’ye normal davranmasını ve bu konuşmalardan bahsetmemesini söyledim. Sonra odama geçtim ve Lisa kitap okuyordu. Kitabına devam ederken bir yandan da benle konuşuyordu.

“Hoş geldin hayatım. Nasıl geçti günün?”

“Yanıma gelsene bir şey göstereceğim.”

“Kitap okuyorum Yohan, daha sonra lütfen.”

Zar zor kaldırdım kitabının başından. Eskiden hiç kitap okumayan Lisa son zamanlarda çok sarmıştı kitaplara –verdiğim işin üstesinden gelebilmek için olsa gerek-. Yanıma geldi ve ona da çizgi romanı gösterdim. Önce biraz şaşırdı ve sonra gülmeye başladı.

“Gerçekten inanılmaz! Sen mi yaptırdın bunu Muet?”

“Hayır tabi ki de kimin yaptığını arıyorum ben de. Ama hoşuma gitmedi de değil yani. Bir efsane gibi anlatılmışım.”

Lisa hayran hayran sayfaları çeviriyordu. Hoşuna gitmişti belli ki. Daha sonra ona hazırlanmam gerektiğini birazdan Roma’ya gideceğimi söyledim.

“Yine mi gidiyorsun? Çok yalnız bırakıyorsun buraları ve daha önemlisi de beni.”

“Merak etme öğrencilerime güveniyorum. Onlar üstesinden gelebilirler. Hem artık tamamen çekildik sadece yararlı işler yapıyoruz. Kiliseler, yardım kuruluşları gibi şeylerden ne zarar gelebilir ki? Yakında ünlü olacaksın. İnsanlar böyle şeyleri merak ederler.”

“Evet öyle bir şey olacağı kesin o yüzden özellikle tarih bilgimi geliştirmeye çalışıyorum. Neyse bu sefer çok uzun sürmesin. Özlüyorum seni Muet.”

Bir şey diyemedim. Sarıldım ve öptüm Lisa’yı. Sonra diğerleriyle de görüşüp merkezden ayrıldım.

***
26 Ekim 2003 * Roma

Bu çizgi roman işi kafamı çok kurcalamıştı. Ve bunu araştırmak için Roma’ya Stone’un yanına gelmiştim. Stone bir bilgisayarcı da çalışıyordu. Yanına geldiğimde hemen sarıldı bana.

“Hoş geldin kardeşim! Hangi rüzgar attı seni buraya? Ben de işimi bitirmek üzereydim.”

Üstünü başını giyindikten sonra yardımcısına seslendi.

“Ben çıkıyorum Federico, dört numarayı bitirmeyi unutma yarın teslim edilmesi gerekiyor.”

Sonra bana döndü.

“Ee nasılsın dostum? Roma hasretine dayanamadın galiba. Yakında bir kafe var güzel bir yer. Orada oturur konuşuruz.”

Kafeye geldiğimizde biraz genel muhabbet ettikten sonra esas konumuza geldim.

“Stone bilirsin ben çok insan içine çıkmayı sevmiyorum o yüzden pek haberim olmuyor dünyadaki gelişmelerden. Ama geçen gün bir çizgi romana rastladım Yohan ile ilgili.”

Daha konuşmamı bitirmeden kendisi söze başladı.

“Evet, evet bizimkilerin yaptığı bir şey o. Mantığını çok da anlamış değilim ama iyi para kazanıyorlar oradan. Gerçi biraz bizi aşağılıyor ama olsun sonu Yohan için iyi olmayacak diyebilirim.”
“Demek biz yapıyoruz bunu. Kim yazıyormuş ki hikayeyi acaba?”

“Aslında senin hatırlayabileceğin biri. Hani onun yüzünden dayak yediğin bir kız vardı ya. Onun Yohan’ın yanına gönderildiğini biliyorum.”

O anda etrafımdaki herkesi öldürmek geçiyordu aklımdan. Diyecek hiçbir şey bulamıyordum. Sebep neydi? Neden yaptın bunu Lisa?

Salı, Mart 20

*29 - Hırs..

15 Ekim 2003 * İstanbul

Dorotea ile yol boyunca muhabbet ettik. Ve indiğimizde bana tekrar görüşüp görüşemeyeceğimizi sordu.

“Neden olmasın. Ben de size benim koleksiyonumdan özel parçalar getiririm.”

Telefonumun olmadığını söylediğimde garipsedi.

“Peki mail atsam ya da çalıştığın yere de gelebilirim.”

Bunlardan da sonuç alamamıştı tabi. Gülümseyerek yanıma yaklaştı ve cebinden kağıt ve kalem çıkardı.

“Çok tuhaf birisin Adrian. O zaman sana telefon numaramı ve evimin adresini de veriyorum. Bana ulaşabilmen için.”

“Merak etme Dorotea ben seni bulurum. Keyifli bir uçak yolculuğu oldu, görüşmek üzere.”

“İstanbul’un tadını çıkar Adrian. Buranın havası bambaşka gerçekten.”

Bana verdiği kağıtta ise ‘Tanıdığım en garip kişisin Adrian, sakın bana zarar vereyim deme :)’ yazılıydı. Ön tarafı çevirdiğimde ise bir işyeri adresi vardı. Sürekli çizgi romanlardan konuştuğumuz için ne işini sormuştum ne nerede yaşadığını. O da bana sormamıştı. İşyeri Roma’da idi. Bu benim için güzel olmuştu. Roma nasıl olsa gideceğim bir yerdi.

Dorotea’dan ayrıldıktan sonra hemen Barış’ın yanına gittim. Ben oraya vardığımda Barış dışarıda imiş. Kimseye nereye gittiğini söylememiş. Ama çoğu kişi tahmin ediyordu tabi ki Jessica’nın mezarına gittiğini. Geldiğinde beni büyük salonda kitap okurken buldu.

“Hey Yohan! Ben de bu aralar gelmeni bekliyordum. Nasıl her yere saldırdığımızı biliyor musun kardeşim! İrreligioso eskiden bizim de düşmanımızdı ama bizi ele geçirdiklerini düşündüklerinden uğraşmıyorlardı. Ha ha! Ama işte devran döndü. Artık bizden korkmalılar.”

Barış her zaman ki gibi hoş ve heyecanlı karşılamıştı beni. Ben de ona bildiklerimi ve yaptıklarımı anlattım. Gözlerini yukarı kaldırdı ve eliyle de başının arkasını kaşıyarak düşünceli bir şekilde cevap verdi.

“Çok tuhaf! Varşova ve Bükreş düşmemiş yani. O ekibe ben ne yapacağımı biliyorum. Onlara ya oraları ele geçirmelerini ya da ölmelerini söyledim. Çocuk oyuncağı mı sanıyorlar yaptığımız işi!”

Barış’ın o ekibe ne yapacağını sorduğumda onları öldüreceğini söyledi. O anda kafamda bir plan oluşmuştu.

“Bu ekip ne kadar şey biliyor birlik hakkında?”

“Çok fazla şey değil yeni sayılırlar. Niye ki?”

“Çok güzel! Bunları benim halletmeme ne dersin? Planımız çok daha mükemmel bir hale gelecek.”

Barış olayı anlamıştı ve kabul etti.

“Bağlayın bunların hepsini ve zindana atın. Bu vakitten sonra Birlik ile alakaları kalmadı bunların. Ayrıca Yohan’ın esiridirler. Anlaşıldı mı?”

Fedailer de derin bir sessizlik vardı. Barış daha yüksek sesle ve kızgın bir tonda tekrar sordu. Bu sefer herkesten cevabı almıştı Barış.

Birkaç gün orada hem dinlenip hem de plan üstünde ki ayrıntıları iyileştirdikten sonra Budapeşte’ye dönüş yolu gözükmüştü.

19 Ekim 2003 * Budapeşte

Buda Kalesi’nin altındaki yeni yerimize ilk defa geliyordum. Ve gerçekten hayran kalmıştım. İnsana huzur veren bir sadelik ve kullanımımız açısından da çok rahat bir ortam hazırlanmıştı. Eğitim yerleri, geniş salonlar, küçük büyük odalar. Kapıdan girdiğim gibi kocaman yuvarlak bir hol karşılıyordu beni ve bu en büyük salon kabul ediliyordu. Buraya da Hylar ve Harm için bir anıt yapılmasını istediğimi söyledim. Çok abartı bir şey olmamasını ve salonun genel yapısını da bozmamasını istediğimi söyledim. Onlar benim için her şeyden değerliydiler. Ve gerçek değerlerini öğrendiğim gün ölmüşlerdi. Hem de benim hırsım yüzünden. Tecrübe.. Acıyla işleniyor hayatımıza.

Her zaman olduğu gibi yine Emre ilk karşılayan olmuştu beni.

“Hoş geldin Üstad. Biz de yeni tamamladık sayılır burayı. Yaklaşık bir haftadır da eğitime devam ediyoruz. Ama şu an çok az kişi var.”

Uzun zamandır ortada olmadığım için meraklandığı belliydi ama sormaması gerektiğini de biliyordu. Emre gerçekten benden sonra gelmesi gereken ilk kişiydi gözümde.

“Merak etme Emre, yakında buraların dolup taştığını göreceksin. Hatta yetmeyecek ve başka şehirlere başka ülkelere taşacağız.”

Şu an onlara hayal gibi geliyordu söylediklerimin hepsi doğal olarak. Ama zamanla anlayacaklardı.

Eğitim alanları kontrol ettikten sonra Emre’ye diğerlerini de alıp salona gelmesini söyledim. Hepsiyle konuşup genel olarak bilgileri aldıktan sonra artık her ayın 19’unda toplantı yapacağımızı söyledim.

“Şimdilik size verdiğim görevleri devam ettirin. Kiliselerde bulunun, dernekler açın ve insanlara yakın olmaya çalışın. Özellikle Lisa bu işi üstlenecek ama sizler de ona yardımcı olun.”

Birkaç şey daha söyleyip konuşmayı bitirdikten sonra odama çekilmiştim. O sırada Lisa da geldi. Anında üstüme atlayıp sarıldı bana.

“Neredeydin Muet? Ne kadar zamandır yoksun ortada? Başına bir şey gelse hiç haberimiz olmayacak? Neyse buradasın en azından. Ee neler yaptın anlat bakalım? Kaç kızla beraberdin acaba? Koca imparator olduğunu söylersin bir de. Benden kaçamazsın ama dönüp dolaşıp geldin yine yanıma Muet.”

Bu heyecanlı ve komik tavırları gerçekten güldürüyordu beni. İşte yine sonsuz güvenimin oluştuğu anlardan biriydi. Onunla sonsuza kadar yaşayabilirim diyordum kendi kendime.

“Ya ne demezsin! Bazılarının yüzünü bile göremedim. Neyse, arkadaş ziyaretleri, görevler, işler bilirsin işte. Yoğundum baya. Siz neler yaptınız bakalım? Başladınız mı etrafa yayılmaya? Ayrıca çok güzel olmuş buralar.”

Sonra saatlerce bana neler yaptıklarını anlattı. Her şey iyi gidiyordu anlattığına göre. Ama bir süre sonra yorgunluk çok fena çökmüştü üzerime. Lisa da bunu fark etmişti. Kafamı yastığa koydum Lisa da sarılmıştı bana. Ama aklımda sürekli Hylar ve Harm vardı. Ağlıyordum ama tutmaya çalışıyordum kendimi. Yanımda olmaları bile güven sebebiydi. Hırs.. her şeyi mahvetmişti.

Cuma, Mart 9

*28 - Eski Düzen, Yeni Biri

13 Ekim 2003 * Roma

Saat sabahın sekiziydi ve ilk buluşma için on iki saatim kalmıştı. On iki saat boyunca sürekli İrreligioso içindeyken olması ihtimal durumları ve yapacağım hareketleri tekrarladım. Bir türlü hangisinin daha iyi sonuç getireceğine karar veremiyordum; öldürmeli miydim yoksa içlerinde yükselmeli miydim? Bazen öldürerek gitmenin bazen de içlerine sızmanın daha önemli olacağını hissediyordum. Sanırsam buna içeride bulunduğum zamanlardaki hissiyatım karar verecek.

Buluşma saatine yaklaşık beş saat kalmıştı. Ben ise kendime bir sandviç hazırlamıştım. Peynir gerçekten lezzetliydi. Ve aklıma o sırada Lisa’nın peynir sevmediği geldi. Ve yine kafamda sorular oluşmuştu. Acaba nasıl güvenebilecektim Lisa’ya. Bu böyle sürerse sürekli hatalı kararlar vereceğim. Yakında açığa kavuşmasını istiyorum ki ona göre davranayım. Ah.. İrreligioso.. Hylar.. Hayatımı tamamıyla değiştirdiniz.

Kıyafetlerimi giymiş ve ne olur ne olmaz diye hançerimi de almıştım. Kafeye doğru yaklaşırken Stone beni yolda yakaladı.

“Gel Muet gel, bu taraftan gideceğiz. Ee durumun nasıl bakalım? İlk defa içeri gireceksin ve bir daha çıkış yoktur bildiğin gibi. Hayatını tamamıyla değiştirmeye hazır mısın?”

İlk defa mı? Hafif bir tebessüm yayılmıştı bunu duyunca. İçeri kaçıncı kez girecektim kim bilir? Ve hayatımı tamamıyla değiştirmeye hazır mıyım sorusu biraz garip oldu ama sanırsam haklıydı, hayatım bir kez daha tamamen değişecekti.

Stone geldiğimizi söylediğinde bir gece kulübünün önünde duruyorduk. Gizlenmek için güzel bir yöntem diye geçirdim aklımdan. Kapıda çoğu zaman olduğu gibi iki kişi duruyordu. Stone’u hemen tanıdılar tabi ki.

“Bak Gabriel, bu Jose ya da daha bilinen adıyla Muet. O da artık bizimle.”

Gabriel tuhaf tuhaf bakıyordu bana. Ve durumdan hoşlanmadığını belli eder tarzda Stone’a döndü.

“Ne zaman onay aldı da bizimle oluyor Stone?”

“Hey, sakin ol Gabri! Bu gördüğün adam hepimizi tek başına indirir. Amsterdam’da beraberdik dostum. Kuralları sen de benim gibi biliyorsun. O zaten bizden biri.”

Stone bunları söyleyince Gabriel ve Will’in yüzü gülmüştü. İçeri girdiğimizde anında Stone’a ismimi nereden öğrendiğini sordum.

“Hadi ama dostum gerçekten kayıt almadığımızı düşünemezsin. Eğitime giren herkesin kaydı var. Senin adın da var listede ve lakabın da var takibi. Jose Adrian-Muet. Vay be ne günlerdi..”
Stone eski günleri anlatıyordu. Ama benim kafam ismimde kalmıştı. Sadece kendime sakladığımı sanıyordum ismimi. Meğerse gerçek ismimmiş. Peki ya ailem? Acaba o kayıtlarda onlarla ilgili bilgiler de var mıydı? Kafam yine bulanmaya başlamıştı. Keşke her şey aniden olup bitse.

Altı katlı binanın en üst katındaydı gece kulübü. Ancak diğer katlarda da birçok özel oda ve farklı etkinlikler için tasarlanmış salonlar vardı. Bu salonlardan birkaçının içi tıpkı bir soyunma odası gibi düzenlenmişti. Herkesin giymesi için bir takım pelerinli giysiler vardı. Ve bir de yüzümüze takmak için maske. Ancak bu maske çoğusundan farklı olarak herkesin sesini aynı tonda çıkartıyordu. Yani birini tanıyor olsanız bile içeride kimin konuştuğunu bilmeyecektiniz. Bunun “irreligioso” için avantajı belli olsa da içeriye sızmaya çalışanlar için daha fazla avantajdı. Çünkü beni kimse fark edemeyecekti. Söylediklerimi de herhangi biri söylemiş olabilecekti.

Üstümü giyip aynaya baktığımda içimden gülüyordum. Bu kıyafetle kendimi çok komik hissettim. Gerçekten bol bir koyu lacivert kıyafet ve kollarıyla bacaklarının son kısmında da kalınca kırmızı bir hat, içi koyu yeşil dışı siyah uzunca bir pelerin ve siyah-gri karışımı bir maskemiz vardı. Hepimizin ellerinde siyah deri eldivenler ve ayaklarımızda da siyah çoraplar. İşte buydu irreligioso kıyafeti.

Aynada kendimi incelerken, biri yaklaştı ve kalın sayılabilecek bir ses tonuyla bana toplantının en üst katta olacağını söyledi. Onunla beraber yukarı çıktık. İçeri girdiğimde yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış on altı kişi gördüm. Ben ve yanımdaki ile birlikte on sekiz olmuştuk. Ve diğerlerine göre daha büyük olan bir koltuk boştu. Hemen ardımızdan da o koltuğun sahibi olan kişi geldi. Kıyafeti ile bizden ayrılıyordu. Onunkisinde renklerin yeri farklıydı. Bizde kırmızı olan yerler onda lacivertti.

Oturduğu gibi konuşmasına başladı.

“Evet, çoğunuzun da fark ettiği üzere bugün aramıza yeni biri katıldı. Kendisi eğitimlerimizde de fazlasıyla başarılı olmuş birisidir. Ve aramıza katılmaya karar verdiği için ben ve birçok üst yetkili kişi de çok memnunlar. Evet, şimdi benim konuşmama geçmeden önce getirdiğiniz bilgileri alayım.”

Adama en yakın olanı şunları söyledi.

“Efendim, bugün aldığımız haberlere göre bazı merkezlerimize saldırılar olmuş.”

Adam bir anda ayağa kalktı ve sinirli bir şekilde yumruğunu masaya vurdu. Hangi merkezler olduğunu ve kimin yaptığını sordu.

“Yine mi o Yohan yoksa?”

Benden ne kadar korktuklarını anlamıştım.

“Hayır efendim. Şimdi de suikastçılar. Kendi içlerinde ki sorunları halletmişler anlaşılan. Ve merkezlerimizi nasıl bulduklarını da bilmiyoruz. Yohan’dan sonra başımıza bir de bu çıktı. İstanbul, Berlin, Varşova, Sofya, Kiev ve Bükreş’e saldırmışlar efendim. Varşova ve Bükreş dışındakilerde başarısız olmuşuz. Yani anlayacağınız İstanbul, Berl...”

Adam tekrar masaya vurarak diğerinin sözünü kesti.

“Biliyoruz biliyoruz artık oralar da yokuz. Demek suikatçılar ha. Onlara da ne oluyor şimdi. Kaç yıldır ortada yoklardı. Önce Kutsal Roma şimdi de Suikastçılar. Ama bizim gücümüzü bilmiyorlar. Genel kuralımız olarak öncelikle sizlere danışıyorum. Suikastçılar hakkındaki düşüncelerinizi söyleyin.”

Adam bunu dediği gibi müthiş bir tartışma başlamıştı. Her kafadan farklı bir fikir ortaya atılıyor. Kimisi isyan bayrağını çekiyor, kimisi artık irreligiosonun çok çekingen davrandığını söylüyor, kimisi de sonlarının geldiğini düşünüyordu. Ben ise bu kargaşada sadece etrafı izliyordum ve sesler beni çok rahatsız etmeye başlamıştı. Hepsini öldürmek istiyordum. Elimi cebime attım ve baştaki adama doğru yaklaştım. Elimi cebimden çıkardığım gibi masaya vurdum.

Fikrimi değiştirmiştim. Onları üstümüze çekecek ve Barış’a da her şeyi aktaracaktım. Böylece hem biz onlara gittiğimiz gibi artık onlar da bize gelecekti.

Herkes bir anda susmuştu.

“Bence onların taktiğini onlara karşı kullanmalıyız. Onlar nasıl bize saldırıyorsa biz de onlara saldırmalıyız. İçlerine adam göndermeliyiz. Eğer bu suikastçıların karşısında gücümüzü gösteremeyeceksek ne diye yaşıyoruz ki?”

Sonunda kabul edilen de benim fikrim olmuştu. Benim için çok da önemli olmayan parasal ve siyasi mevzular da görüşüldükten sonra herkese suikastçılarla ilgili bilgi toplama ve içlerine adam gönderme görevi verilmişti.

Dışarı çıktığımızda gece bir civarıydı. Gerçekten uzun sürmüştü. Kapıdan çıktığımda Stone’un beni beklediğini gördüm.

“Gördün mü dostum sonunda istediğim bir karar çıktı. Hangi manyak Casca’nın yanında o cesareti kendinde bulup masaya vurdu ve o fikri söyledi bilmiyorum ama sonuçta dediğinin olması gerçekten çok iyi oldu. Sürekli kan kaybetmemizden sıkıldım.”

Gerçekten de hiçbir şey anlaşılmıyormuş demek ki. Bunu da test ettiğimize göre artık Barış’ın yanına gitme vaktiydi. Onunla görüşüp tüm olanları anlatmalıydım.

15 Ekim 2003 * Roma

İki günlük dinlenmeden sonra uçakla İstanbul’a gidiyordum. Yanımda oturan kadının okuduğu çizgi roman dikkatimi çekti.

“Pardon, acaba okuduğunuz nedir? Ben de çizgi romanları çok severim de.”

Kadın kaldığı yerin sayfasına baktıktan sonra bana doğru tuttu çizgi romanı.

“Yohan Lorm! O bir nevi kutsal roma imparatoru ve dinsizlere karşı savaşıyor. Tarih sevdiğim için merak ettim. Ama daha farklı bir konu çıktı diyebilirim karşıma. Eğer gerçekten çizgi romanları seviyorsanız bunu da okumalısınız.”

“Tabi ki de severim! Bu da güzel bir şeye benziyor, kesinlikle alıp okuyacağım. Bu arada benim adım Adrian.”

“Ben de Dorotea. Memnun oldum. Demek çizgi romanları seviyorsunuz siz de, benim en sevdiklerim arasında..”

Beni büyülemişti. O konuşmasına devam ederken ben de büyülenmiş gibi onu izliyor ve dinliyor gibi yapıyordum. Dorotea.. Tanrı’nın hediyesi.