Cuma, Mart 9

*28 - Eski Düzen, Yeni Biri

13 Ekim 2003 * Roma

Saat sabahın sekiziydi ve ilk buluşma için on iki saatim kalmıştı. On iki saat boyunca sürekli İrreligioso içindeyken olması ihtimal durumları ve yapacağım hareketleri tekrarladım. Bir türlü hangisinin daha iyi sonuç getireceğine karar veremiyordum; öldürmeli miydim yoksa içlerinde yükselmeli miydim? Bazen öldürerek gitmenin bazen de içlerine sızmanın daha önemli olacağını hissediyordum. Sanırsam buna içeride bulunduğum zamanlardaki hissiyatım karar verecek.

Buluşma saatine yaklaşık beş saat kalmıştı. Ben ise kendime bir sandviç hazırlamıştım. Peynir gerçekten lezzetliydi. Ve aklıma o sırada Lisa’nın peynir sevmediği geldi. Ve yine kafamda sorular oluşmuştu. Acaba nasıl güvenebilecektim Lisa’ya. Bu böyle sürerse sürekli hatalı kararlar vereceğim. Yakında açığa kavuşmasını istiyorum ki ona göre davranayım. Ah.. İrreligioso.. Hylar.. Hayatımı tamamıyla değiştirdiniz.

Kıyafetlerimi giymiş ve ne olur ne olmaz diye hançerimi de almıştım. Kafeye doğru yaklaşırken Stone beni yolda yakaladı.

“Gel Muet gel, bu taraftan gideceğiz. Ee durumun nasıl bakalım? İlk defa içeri gireceksin ve bir daha çıkış yoktur bildiğin gibi. Hayatını tamamıyla değiştirmeye hazır mısın?”

İlk defa mı? Hafif bir tebessüm yayılmıştı bunu duyunca. İçeri kaçıncı kez girecektim kim bilir? Ve hayatımı tamamıyla değiştirmeye hazır mıyım sorusu biraz garip oldu ama sanırsam haklıydı, hayatım bir kez daha tamamen değişecekti.

Stone geldiğimizi söylediğinde bir gece kulübünün önünde duruyorduk. Gizlenmek için güzel bir yöntem diye geçirdim aklımdan. Kapıda çoğu zaman olduğu gibi iki kişi duruyordu. Stone’u hemen tanıdılar tabi ki.

“Bak Gabriel, bu Jose ya da daha bilinen adıyla Muet. O da artık bizimle.”

Gabriel tuhaf tuhaf bakıyordu bana. Ve durumdan hoşlanmadığını belli eder tarzda Stone’a döndü.

“Ne zaman onay aldı da bizimle oluyor Stone?”

“Hey, sakin ol Gabri! Bu gördüğün adam hepimizi tek başına indirir. Amsterdam’da beraberdik dostum. Kuralları sen de benim gibi biliyorsun. O zaten bizden biri.”

Stone bunları söyleyince Gabriel ve Will’in yüzü gülmüştü. İçeri girdiğimizde anında Stone’a ismimi nereden öğrendiğini sordum.

“Hadi ama dostum gerçekten kayıt almadığımızı düşünemezsin. Eğitime giren herkesin kaydı var. Senin adın da var listede ve lakabın da var takibi. Jose Adrian-Muet. Vay be ne günlerdi..”
Stone eski günleri anlatıyordu. Ama benim kafam ismimde kalmıştı. Sadece kendime sakladığımı sanıyordum ismimi. Meğerse gerçek ismimmiş. Peki ya ailem? Acaba o kayıtlarda onlarla ilgili bilgiler de var mıydı? Kafam yine bulanmaya başlamıştı. Keşke her şey aniden olup bitse.

Altı katlı binanın en üst katındaydı gece kulübü. Ancak diğer katlarda da birçok özel oda ve farklı etkinlikler için tasarlanmış salonlar vardı. Bu salonlardan birkaçının içi tıpkı bir soyunma odası gibi düzenlenmişti. Herkesin giymesi için bir takım pelerinli giysiler vardı. Ve bir de yüzümüze takmak için maske. Ancak bu maske çoğusundan farklı olarak herkesin sesini aynı tonda çıkartıyordu. Yani birini tanıyor olsanız bile içeride kimin konuştuğunu bilmeyecektiniz. Bunun “irreligioso” için avantajı belli olsa da içeriye sızmaya çalışanlar için daha fazla avantajdı. Çünkü beni kimse fark edemeyecekti. Söylediklerimi de herhangi biri söylemiş olabilecekti.

Üstümü giyip aynaya baktığımda içimden gülüyordum. Bu kıyafetle kendimi çok komik hissettim. Gerçekten bol bir koyu lacivert kıyafet ve kollarıyla bacaklarının son kısmında da kalınca kırmızı bir hat, içi koyu yeşil dışı siyah uzunca bir pelerin ve siyah-gri karışımı bir maskemiz vardı. Hepimizin ellerinde siyah deri eldivenler ve ayaklarımızda da siyah çoraplar. İşte buydu irreligioso kıyafeti.

Aynada kendimi incelerken, biri yaklaştı ve kalın sayılabilecek bir ses tonuyla bana toplantının en üst katta olacağını söyledi. Onunla beraber yukarı çıktık. İçeri girdiğimde yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış on altı kişi gördüm. Ben ve yanımdaki ile birlikte on sekiz olmuştuk. Ve diğerlerine göre daha büyük olan bir koltuk boştu. Hemen ardımızdan da o koltuğun sahibi olan kişi geldi. Kıyafeti ile bizden ayrılıyordu. Onunkisinde renklerin yeri farklıydı. Bizde kırmızı olan yerler onda lacivertti.

Oturduğu gibi konuşmasına başladı.

“Evet, çoğunuzun da fark ettiği üzere bugün aramıza yeni biri katıldı. Kendisi eğitimlerimizde de fazlasıyla başarılı olmuş birisidir. Ve aramıza katılmaya karar verdiği için ben ve birçok üst yetkili kişi de çok memnunlar. Evet, şimdi benim konuşmama geçmeden önce getirdiğiniz bilgileri alayım.”

Adama en yakın olanı şunları söyledi.

“Efendim, bugün aldığımız haberlere göre bazı merkezlerimize saldırılar olmuş.”

Adam bir anda ayağa kalktı ve sinirli bir şekilde yumruğunu masaya vurdu. Hangi merkezler olduğunu ve kimin yaptığını sordu.

“Yine mi o Yohan yoksa?”

Benden ne kadar korktuklarını anlamıştım.

“Hayır efendim. Şimdi de suikastçılar. Kendi içlerinde ki sorunları halletmişler anlaşılan. Ve merkezlerimizi nasıl bulduklarını da bilmiyoruz. Yohan’dan sonra başımıza bir de bu çıktı. İstanbul, Berlin, Varşova, Sofya, Kiev ve Bükreş’e saldırmışlar efendim. Varşova ve Bükreş dışındakilerde başarısız olmuşuz. Yani anlayacağınız İstanbul, Berl...”

Adam tekrar masaya vurarak diğerinin sözünü kesti.

“Biliyoruz biliyoruz artık oralar da yokuz. Demek suikatçılar ha. Onlara da ne oluyor şimdi. Kaç yıldır ortada yoklardı. Önce Kutsal Roma şimdi de Suikastçılar. Ama bizim gücümüzü bilmiyorlar. Genel kuralımız olarak öncelikle sizlere danışıyorum. Suikastçılar hakkındaki düşüncelerinizi söyleyin.”

Adam bunu dediği gibi müthiş bir tartışma başlamıştı. Her kafadan farklı bir fikir ortaya atılıyor. Kimisi isyan bayrağını çekiyor, kimisi artık irreligiosonun çok çekingen davrandığını söylüyor, kimisi de sonlarının geldiğini düşünüyordu. Ben ise bu kargaşada sadece etrafı izliyordum ve sesler beni çok rahatsız etmeye başlamıştı. Hepsini öldürmek istiyordum. Elimi cebime attım ve baştaki adama doğru yaklaştım. Elimi cebimden çıkardığım gibi masaya vurdum.

Fikrimi değiştirmiştim. Onları üstümüze çekecek ve Barış’a da her şeyi aktaracaktım. Böylece hem biz onlara gittiğimiz gibi artık onlar da bize gelecekti.

Herkes bir anda susmuştu.

“Bence onların taktiğini onlara karşı kullanmalıyız. Onlar nasıl bize saldırıyorsa biz de onlara saldırmalıyız. İçlerine adam göndermeliyiz. Eğer bu suikastçıların karşısında gücümüzü gösteremeyeceksek ne diye yaşıyoruz ki?”

Sonunda kabul edilen de benim fikrim olmuştu. Benim için çok da önemli olmayan parasal ve siyasi mevzular da görüşüldükten sonra herkese suikastçılarla ilgili bilgi toplama ve içlerine adam gönderme görevi verilmişti.

Dışarı çıktığımızda gece bir civarıydı. Gerçekten uzun sürmüştü. Kapıdan çıktığımda Stone’un beni beklediğini gördüm.

“Gördün mü dostum sonunda istediğim bir karar çıktı. Hangi manyak Casca’nın yanında o cesareti kendinde bulup masaya vurdu ve o fikri söyledi bilmiyorum ama sonuçta dediğinin olması gerçekten çok iyi oldu. Sürekli kan kaybetmemizden sıkıldım.”

Gerçekten de hiçbir şey anlaşılmıyormuş demek ki. Bunu da test ettiğimize göre artık Barış’ın yanına gitme vaktiydi. Onunla görüşüp tüm olanları anlatmalıydım.

15 Ekim 2003 * Roma

İki günlük dinlenmeden sonra uçakla İstanbul’a gidiyordum. Yanımda oturan kadının okuduğu çizgi roman dikkatimi çekti.

“Pardon, acaba okuduğunuz nedir? Ben de çizgi romanları çok severim de.”

Kadın kaldığı yerin sayfasına baktıktan sonra bana doğru tuttu çizgi romanı.

“Yohan Lorm! O bir nevi kutsal roma imparatoru ve dinsizlere karşı savaşıyor. Tarih sevdiğim için merak ettim. Ama daha farklı bir konu çıktı diyebilirim karşıma. Eğer gerçekten çizgi romanları seviyorsanız bunu da okumalısınız.”

“Tabi ki de severim! Bu da güzel bir şeye benziyor, kesinlikle alıp okuyacağım. Bu arada benim adım Adrian.”

“Ben de Dorotea. Memnun oldum. Demek çizgi romanları seviyorsunuz siz de, benim en sevdiklerim arasında..”

Beni büyülemişti. O konuşmasına devam ederken ben de büyülenmiş gibi onu izliyor ve dinliyor gibi yapıyordum. Dorotea.. Tanrı’nın hediyesi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder