Perşembe, Aralık 29

*23 - Gece

28 Haziran 2010 * Budapeşte

Gecenin bir yarısı içeride birilerinin olduğunu sanarak uyandım. Yanımda Lisa yoktu. Yataktan kalktım ve hala gözlerimi ovuşturuyor ve uyanmaya çalışıyordum. Lisa’ya seslenerek evde geziniyordum. Kaldığımız yer büyük bir yerdi. Ekiptekiler, öğrenciler ve Lisa ile ben aynı yeri kullanıyorduk. Yapıyı dikdörtgen şeklinde düşünürsek uzun ve birbirine paralel kenarlarda öğrencilerin ve ekiptekilerin odaları bulunuyordu, tam ortada ise diğer odalardan daha büyük olan mutfağımız vardı. Dikdörtgenin sonundaki kısa kenarda ise tek oda vardı yani Lisa ile benim kaldığımız oda. Karşımızdaki kenarda ise kapı yoktu ve direk salona açılıyordu.

Mutfağın yanına geldiğimde içeride birini fark ettim. Yanına kadar yaklaştım ve yüzüne gelen saçlarını kulaklarının arkasına doğru çektim.

“Sen miydin Lisa? Ben de sesler duyduğumu sandım etrafı bir kontrol edeyim diyordum. Neyse.. ben yatıyorum tekrar.”

“Tamam hayatım, geliyorum hemen. Sadece çok acıktım, bir şeyler atıştırayım istedim.”

Odama doğru gittim tekrar ve kapıyı kapatıp duvara yaslandım. Bir şeylerin ters gittiğini hissediyordum. Kapı açıldığı gibi kadını yere yatırdım.

“Çabuk söyle Lisa nerede?”

Şaşkın şaşkın bana bakıyordu.

“Ne diyorsun Yohan. Benim, Lisa!”

O olmadığından emindim. Ve beni daha fazla zorlamamasını ona ne yaptıklarını söylemesini istedim.

“Ne diyorsun Yohan? Nereden çıkartıyorsun bunları? Çok fazla yoruluyorsun bu aralar. Senden korkmaya başladım.”

“Saçmalamayı kes ve Lisa gibi davranmayı bırak. Birincisi Lisa asla peynir yemez. İkincisi bunun gibi bir şeyin başımıza geleceğini tahmin ettiğim için Lisa’nın kulaklarında üç delik açtırmıştık. Tedbir olsun diye. Ve son olarak da Lisa’nın ayak başparmağı ikinci parmağından küçük. Seninkiler ise tam tersi. Artık daha fazla saklamanın anlamı yok. Kimsin sen ve onu nereye götürdüler. Hemen söyle yoksa yapacaklarım seni rahatlatmayacaktır.”

Kadın hiçbir şey öğrenemeyeceğimi söyleyip duruyordu. Onu odamda bulunan diğer küçük odaya götürüp bağlamıştım.

“Irreligioso’da olduğuna pişman olacaksın. Hepsine lanet okuyacaksın.”

“Şimdi üstüne bu böcekleri salacağım. Sen konuşmaya karar verene kadar üstünde gezinecekler. Zehirli değiller ama bazen ısırabilirler. Merak etme sana bir zarar vermezler. Sadece seni delirtecekler.”

Böcekleri üstüne salmıştım. Uzun süre dayanabileceğini biliyordum. Ben de Lisa’ya ne olduğunu bulmak için odadan ayrıldım. İçeri nasıl girmişlerdi aklım almıyordu. Kesin biri yardım etmiş olmalıydı. Nöbetçilere baktığımda tahmin ettiğim gibi ölmüşlerdi. Ekibim ise hala uykudaydı. Hepsini uyandırdım ve durumu açıkladım. Hepsi şok içinde kalmıştı. İçlerinden birinin yapmış olmasına inandırmak istemiyordum kendimi. Yine de hepsinin üstünde gözüm olduğunu ve dikkatli olmalarını tembih ettim.

“Ayrıca bu akşam buraya saldırı olabileceğini düşünüyorum. Artık yerimizi biliyorlar ve Lisa da ellerinde. Bizi yok etmek isteyeceklerdir. Her ihtimale karşı hazırlıklı olmalıyız. Bizim için önemli olan her şeyi buradan Prag’a taşıyacağız. Bunun için öğrencileri eşyalarla birlikte oraya gönderiyorum. Başlarında da sen olacaksın Matyas. Tahmin ettiğim şeyler bu akşam olacaksa henüz buna hazır değilsin. Hem ileride hepimizin sana ihtiyacı olacak. Geri kalan bizler de akşam bu işe bir son vereceğiz. Böylece nasıl biteceğini görmüş olacağız Matyas.”

İçlerinde hem korku hem merak hem de sevinç olduğunu hissedebiliyordum. Matyas ise biraz sitem eder gibi sordu.

“Peki hiç kimseye görünmeden nasıl gideceğiz Prag’a o kadar eşya ve insanla?”

Bu sorunun gelmesini bekliyordum zaten. Ve hep merak ettiğim şeylerden birini de araştırmıştım. Prag kalesi ile Buda kalesi arasında gerçekten bir tünel vardı. Dinlenmeleri ile beraber yaklaşık on günde orada olurlardı. O’na rehber olacak bir defter ve harita verdim. Oraya ulaştıklarında bana haber vermesini de istedim.

Eski ekibimle tekrar baş başa kalmıştım. Onlara güveniyordum onlar da bana güveniyorlardı. Hywl sessizliği bozdu ve meraklı bir şekilde sordu.

“Ee biz ne yapacağız peki?”

“Güzel bir soru Hywl. Bugün tüm bu saçmalığa son vereceğiz. Irreligioso’ya.. bu savaşa.. bu mekana.. ve birçok şeye. Ve düşündüğüm şeyde bu ekip başrolü oynayacak.”

Bu sefer ne kadar şaşıracaklarını bilmiyorlardı. Kimse ne kadar şaşıracağını bilmiyordu. Lisa bile.

Perşembe, Aralık 22

*22 - Hayalet

Matyas ve Andrew kapının sol tarafına geçmişlerdi ve kapı açıldığında içeriyi görebileceklerdi. Joseph ve Emre ise sağ taraftalardı. O adam kapıdan çıktığı gibi Emre adamın bacağına sert bir tekme attı. Adamın çığlığıyla birlikte yere düşmesi ve ardından çatışmanın başlaması çok hızlı gelişti. Matyas ve Andrew de içeride gördüklerini vuruyorlardı. Ben ise önce ilk çıkan adama zehrimi attım. Ardından arkasında beliren dört kişiye de zehir attım. İçeri girme vakti gelmişti. Önce ben girdim içeri ardımdan da Matyas girdi. Hemen sol tarafıma dönüp kapının arkasına baktım ve uzaktakine hançerimi fırlattım yakınımdakine ise gizli bıçağımı sapladım. Matyas ise son kişiyi öldürmeye gidiyordu. Adamı dizlerinin üstüne çöktürdü ve hançerini saplamak üzere çıkardı.

“Matyas! Dur!”

Ondan alacağımız bilgiler vardı, o yüzden Matyas’ı engellemeye çalışmıştım. Ve geç de kalmamıştım. Adamın üstünü arayıp işe yarar bir şey olup olmadığına baktık. Üstünde hiçbir şey yoktu. Etrafta önemli bir şey olup olmadığını merak ediyordum ama adamı burada sorgulayıp sorgulamamakta kararsızdım. Sonuçta onların mekânıydı ve güvensizdi. Yine de burada önemli şeyler bırakmak istemiyordum. Adamı sorguya çektik ve fazla üstünde durmadığımız için cevap alamadık.

“Seninle sonra uğraşacağım pislik!”

Adamın ellerini ayaklarını ve gözlerini bağlamalarını söyledim. Onu kendi mekanımıza götürecektim. Eninde sonunda konuşacaktı ya da ölecekti.

“Evet! Bakalım ne kadar dayanıklısın Kevin!”

Adını nereden öğrendiğimi sorup durmaya başladı. Ekiptekiler de şaşkındı açıkçası.

“Tek gereken şey dikkat Kevin. Kol düğmelerinin üstüne yazdırmışsın adını. Ve şimdi de benim sorularıma gelelim. Bir üstünü istiyorum Kevin ve ayrıca bildiğin diğer şeyleri de istiyorum. İsteklerimi alamazsam neler yapabileceğimi eminim görmüş ya da duymuşsundur.”

Kevin daha korkak çıkmıştı. Titrek bir sesle konuşmaya başladı.

“Seni biliyorum, seni duydum. Her şeyi söyleyeceğim yeter ki bana zarar vermeyin. Bakın, tek bildiğim üstümde Tayfun adında birinin olduğu. Her cumartesi öğleden sonra saat beş gibi onla Zincirli Köprü’nün Peşt tarafında buluşuruz. Hiç haberleşmeyiz ve bir değişiklik olmazsa her zaman aynı saate oradayızdır. Değişiklik ise o esnada ikimiz arasında konuşulur. Başka türlü temasa geçemezsin. Yemin ederim, tüm bildiğim bu kadar.”

“Neye yemin ediyorsun gerizekalı, hani inancın yoktu? Hem tüm bildiğin de bu kadar falan değil. Herkes daha fazlasını bilir Kevin, senden öncekilerin hepsi de bir şeyler görmüş ya da duymuş olduklarını hatırladılar. Sadece hatırlatıcı şeyler gerek. Ve sen de eninde sonunda söyleyeceksin bildiklerini.”

Kevin hala umutsuzca kendini inandırmaya çalışıyordu.

“Yemin ederim tüm bildiklerim bu kadar. Lütfen gitmeme izin verin.”

“Sakin ol Kevin, şimdi yeni bir hatırlatıcı kullanacağız senin üstünde.”

Emre’ye kalın çivileri ve çekici getirmesini söyledim, diğerlerinden de Kevin’in ellerini de duvarda sabit tutmalarını istedim.

“Şimdi Kevin bu yeni bulduğum bir yöntem ve işe yarayıp yaramadığını sende göreceğiz. Parmaklarını sırayla bu duvara çakacağız. Sen bir şeyleri eksik söyledikçe veya hatırlamadıkça sana yardımcı olacağız Kevin. O yüzden şimdi son kez soruyorum, bana vereceğin isimler ve adresler var mı Kevin?”

Her zaman zorlarlar sizi, blöf yaptığınızı sanırlar, zarar veremeyeceğinizi. Ve sonra insan acıya dayanamayıp cevabı verir. Ya hiç acı çekmeden cevap ver ya da acı çekiyorsan hiç cevap verme. Hem acı çekip hem de cevap vermiş olmakla her ikisinden de kaçamamış oluyorsun. Çoğu kişi ikisini de tercih ediyor. Tıpkı Kevin gibi, o da hiçbir şey bilmediğini söyledi.

İlk çiviyi çaktıktan sonra tekrar sordum.

“Şimdi bir şeyler hatırlıyor musun Kevin?”

Kevin kendinden geçtiği gibi, Matyas da kendinden geçmişti. Tüm bu olanlara anlam veremiyor gibiydi. Dikkati dağılmış gibi duruyordu. Kevin konuşmaya çalışıyordu. Ben de Matyas’a bağırdım o sırada.

“Hey, Matyas! Hazır olduğunu söylemiştin. Kendine gel!”

Kevin sonunda bir şeyler söylemişti. Elimde artık Tayfun adında biri ve yeri, Budapeşte’deki sığınaklardan birinin yeri ve Gerold adında birinin daha ismi ve yeri vardı. Bunları araştırma sırasıydı. Belki bu sefer başka birine verebilirim diye düşündüm bu işleri. Kevin de bir süre bizimle kalacaktı.

“Seni bulacaklar Yohan biliyorsun değil mi! Er ya da geç gelecekler. Onları çok kızdırmaya başlıyorsun. İşlerine çok engel oluyorsun. Ve işlerine engel olanları gerçekten sevmezler.”

Kevin’in yanına yaklaştım ve kendimden çok emin bir şekilde konuşuyordum.

“Dokuz sene oldu Kevin. Dokuz senedir beni öldürmeye çalışıyorsunuz. Ama kaçırdığınız noktalar var Kevin. Anlayamadığınız noktalar. Ve şu an geldiğimiz noktada. Saldıramazlar, göze alamazlar. Ama beni kimse bilmiyor Kevin ve bir hayalet olarak hepinizi öldüreceğim. Ve bu saçmalık tamamen bitecek.”

Kevin ile işim bittiğinde Matyas’ı yanıma çağırdım. Korka korka oturdu yanıma. Gözlerini kaçırıyordu sürekli.

“Hazır mıymışsın Matyas?”

“Şey.. ben.. sanırım.. evet.. yani.. bilemiyorum.. tüm olanlar..”

“Kafan karıştı değil mi? Aldığın eğitimle, gördüğün şeyler bambaşka. İşte bu yüzden hazır mısın diye sordum evlat. Bunları herkesin bilmemesi gerekiyor. Hatta kimsenin bilmemesi gerekiyor. Ama bir şekilde onların da yok olması lazım. Yoksa onlar herkesi yok edecekler. Ve onlara karşı acımasız olman gerek Matyas. Onları korkutmazsan üstüne daha da fazla yürüyeceklerdir. Bu işi iyi kavraman gerek Matyas. Sen de o potansiyel olduğunu biliyorum. Seni kendime benzetiyorum. Ve bil ki artık bunlara alışmak zorundasın. Geriye dönüş yok evlat.”

Matyas düşünceli bir halde başını ellerinin arasına aldı ve yere doğru bakıyordu.

“Peki bunun sonu nasıl bitecek?”

Perşembe, Aralık 8

*21 - Ödül

13 Haziran 2010 * Budapeşte

“Evet sayın seyirciler, güzel bir Pazar gününde yine sizlerle beraberiz. Bugün ki konuğumuzu çok özel ve ilginç buluyorum. Kendisiyle ve yaptıklarıyla ilgili çok fazla merak edilen şey var. Bugün kendisiyle bunları konuşma fırsatı bulacağız.”

Ünlü sunucu Mary Hunyadi kendisine has güzel üslubuyla girişini yapmıştı. Gerçekten güzel bir gündü ve önemli bir gündü. Hem de bu gece bitirilecek işler vardı. Bir yandan televizyonu takip ederken bir yandan da yapacaklarımızı düşünüyordum.

“Evet sayın seyirciler, bugün ki konuğumuz Lisa Lorm. Evet, Lisa önce seni tanıyarak başlayalım istersen.”

Lisa artık bu sorulara alışmıştı ve ne cevap vereceğini iyi biliyordu. Biraz şaka biraz gerçek geçiştiriyordu geçmişini.

“1977’de güzel bir nisan gününde doğmuşum. O zamanlar annem ve babam vardı tabi ki. Ama sonra yaklaşık 4 yaşındayken annem ve babamı kaybettim. Sonrasında akrabalarımla büyüdüm ve son zamanlarda da yaptığım şeylerle geçmişteki yaramazlıklarımı unutmaya çalışıyorum.”

Yaramazlık derken kimse bir suikast serisi olduğunu düşünmüyordu tabi ki. Lisa çok değişmişti ve onun bu haliyle eski haline inanmak çok zordu. İtiraf etse bile kimse ciddiye almayacaktır artık.

“Evet, Lisa, son zamanlarda yaptığınız iş bir kısım tarafından saygıyla karşılanırken bir kısım da size korkuyla bakıyor. Bana mail olarak gelen birçok soru var. Açıkçası bu sorulardan çoğunun cevabını ben de merak ediyorum. Öncelikle en merak edilen konudan başlamak istiyorum. Sizlerin bu kadar işin arkasında gizli bir ordu yetiştirdiğiniz söylentisi dolaşıyor. Bu konuda ne diyorsun Lisa?”

Ben oturduğum yerden şok içinde kalmıştım. Lisa ise bu konuda artık profesyonelleşmişti. Çok iyi cevap veriyordu.

“Bu işi dünyaya unuttuğu şeyi kazandırmak için başladık. Savaşı körüklemek için değil. İnsanlara tarihi, dini, inanmayı, hoşgörüyü ve sevgiyi aşılıyoruz. Aramızda çok farklı kültürden insanlar var. Dışarıdan bunları anlaması zordur. Eminim burada bizlerin neler yaptığını gören birileri vardır. Onlara sorabilirsiniz.”

Lisa’nın bu cevabı içimi rahatsız etmişti ama soru da rahatsız etmişti. Ordu yetiştirmiyorduk tabi ki. Ama insanlara bunu anlatmak çok zor olur. Çünkü sizin gözünüzden, sizin kalbinizden bakmazlar. Bazı şeyleri açıklayamazsın inanman gerekir. İşte bu nokta bizimle çoğu kişinin ayrıldığı yer.

Mary birçok soru sormuş ve Lisa birçok cevap vermişti. Mary aldığı cevaplarla tatmin olmuş gibiydi. Mary son olarak nasıl bu kadar başarılı olduklarını sordu.

“Öncelikle kesinlikle samimiyet, bu işi herhangi bir şekilde gelir kapısı veya çıkar amaçlı kullanmak istemedik. Sonrasında da yaptığımız şeyler insanların içindeki sıkıntıları gideren şeyler. İnsanlar yeni şeylere daha çok ilgi duyuyorlar ve bağlanıyorlar. Mesela birçok inançsız kişi bizim yaptığımız şeylere çok ilgi duyuyor. Onlar için yeni bir şey. Aslında yeni de değil bir süre sonra kaybettikleri şeyin inanç olduğunu fark ediyorlar. Ve çoğu insan da yaptığımız şeyin zararsız olduğunun farkında, onlar da bu yapılanların dünyayı değiştirebileceğine inanıyorlar. Her gün birileri başka birilerine bir şeyler anlatıyor. Nereye kadar gider bilemiyorum ama bu işlerle uğraştığım için mutluyum.”

Mary, Lisa’ya teşekkür ederek programı kapattı. Yaklaşık iki saatlik bir program olmuştu. Ve birçok soru cevaplanmıştı. Yaptığımız şeylerin desteklenmesi ve ilgi görmesi irreligioso’nun işini zorlaştırıyordu. Alenen saldıramıyorlardı veya karşı çıkamıyorlardı. Ama onların da kendi içlerinde planları vardı tabi ki. Her iki taraf da birbirini yenmeye çalışıyordu. Bu çok uzun süredir süren bir savaştı ve belki de hiç bitmeyecekti. Ama her gelen bir saf seçmiş ve onun uğruna savaşmıştı.

Biz de hazırlıklarımızı tamamlamıştık ve yedi yılın ardından ilk defa bir göreve çıkacaktık. Matyas içinse bu ilk olacaktı ancak kendinden çok emindi. Karl’dan aldığım bilgilere göre Estergon Kalesi’nde irrelligioso’nun toplantısı olacaktı. Daha önceden orayı incelemiştim ve nasıl saldıracağımızı ve neyi hedeflediğimizi ekibime açıkladım. Amacımız onları öldürmek ve alabildiğimiz kadar bilgi almaktı. Bilgi almak tabi ki önceliğimizdi. Ancak arkada tanık bırakmamak şarttır.

Kalenin altına girişi olan gizli bir bölme vardı. Ben ve Emre içeri girdik diğerleri ise girişte bizim seslenmemizi bekliyorlardı. Aşağı indiğimizde Emre içeri ilk giren kişi oldu. Karşısına çıkan iki kişiyi de hançeriyle öldürdü. Ben de diğerlerini gelmeleri için seslendim. İndiğimiz yer enine geniş fakat yüksekliği azdı. Tahmin edilenin aksine refah ve aydınlık bir ortam vardı. Yuvarlak bir holden geçtikten sonra sağ tarafımızda bir kapının olması gerektiğini söyledim.

“Burada kapı falan olduğunu sanmıyorum Yohan. Her taraf mermer.” dedi Emre şaşkın bir şekilde.

Ama bir şey fark etmiştim. Birkaç mermer yerinden ayrı duruyordu. Sanırsam kapıyı açacağımız kol burasıydı ama tuzak kurmuş olabilirlerdi. Hepsine dikkatli olmalarını ve farklı yerlerde durmalarını söyledim. Kapı açılmıştı ve hiçbir şey olmamıştı. İçeri yine ben ve Emre girdik. Karşımızda upuzun bir koridor vardı ve onlarca kapı. Karl’ın defterine göre soldan yedinci kapıdan girdiğimizde toplantının olduğu odaya çıkacaktık. Ama bu kadar sessiz olması içimi rahatsız ediyordu. Kapının önünde durduk ve diğerlerini de çağırdım. Kapının karşısına geçtim ve onlara da kapının yanına dizilmelerini söyledim. Silahımı kapıya doğrulttum ve bekliyordum.

Andrew.. Emre.. Joseph ve yeni katılan Matyas.. Onları neye sürüklüyordum. Kendimi neye sürüklüyordum. Bu işi yaparak insanları savaştan koruduğumuzu düşünüyorduk. Benim yerimde başkası da olabilirdi. Matyas’in yerinde başkası olabilirdi. Ama hepimiz burada olarak başkalarının olmasını engelledik. Ve bunu inancımız uğruna yapıyoruz. İnandığımız şeyler uğruna yaptığımız bu işler için ödüllendirileceğimize inanıyoruz.

Ben bunları düşünürken kapı yavaş yavaş açılıyordu. Arka tarafta birçok kişi gördüm ve en önde çıkan iri yarı bir adamdı.

Peki bu durumda bizim yerimize geçecekleri korumuş mu oluyoruz yoksa ödüllerini ellerinden mi almış oluyoruz?

Çarşamba, Kasım 23

*20 - Kendinden Emin

19 Mayıs 2010 * Budapeşte

Karl’ı öldürdüğümden beri yaklaşık yedi sene oldu. Bu süre içinde irreligioso ile uğraşmaktan çok kendimizle uğraştım. Lisa ile ve diğer dört öğrencimle başladığımız bu uğraşma süreci çok verimli geçti. Budapeşte’de merkezini kurduğumuz bir eğitim okulumuz var ve bazı ülkelerde de merkezlerimiz var. Buda Kale’sinin altında yer alan merkezimiz için Papa’nın yardımını aldık. Ayrıca Prag Kalesi için de aynı izni aldık. Güzel yerlerimiz var ve Budapeşte’deki merkeze Harm ve Hylar için birer anıt yaptırmıştım. Onlar bu iş için derinden uğraşmışlardı. Şimdi sıra bendeydi. Ve farklı bir yöntem izleyecektim.

Evet, bunlar işin gizli kısmı. Bir de halka açıldığımız kısmı var. Kiliselerimiz ve yardım kuruluşlarımız var. İnsanlara hoşgörüyü, saygıyı, sevgiyi ve inancı öğretiyoruz. Onlara tarihi anlatıyoruz, boşlukta gezinenlere yol gösteriyoruz. Her şeyi olmasına rağmen isyan eden insanlar gördüm, elindekini veya aklındakini vermekten çekinen insanlar gördüm, Tanrı’nın affediciliğini unutup günah dünyasında dolaşan insanlar gördüm, kendi ırkı dışındakileri insan saymayanları gördüm. Bunları sorun olarak görmeyenleri gördüm. Bunları değiştirmek için başladık bu işe. Başta çokça insan korkuyla baksa da şimdilerde sabrımızın meyvesini alıyor gibiyiz. Lisa’yı bu işin başında biliyorlar. Genelde dışarıdaki her işi o kontrol ediyor. Ben ise sürekli planlar üzerinde çalışıyordum ve eğitim merkezlerimizi kontrol ediyordum.

Bana öğretilenleri onlara aktarıyordum. Onlar da sonrakilere aktaracaklardı. Gariptir, ben de aşkı yasaklamıştım. Aşkı durduramazsınız ama engellemeniz şarttır. Ya da sonuçlarına katlanırsınız. Yaşadığım aşk beni ve amacımı yok edebilirdi. Hatta çokça hatalar yaptım ama Tanrı’ya şükürler olsun bir şey olmadı. Aslında onlardan istediğim robot olmaları değil, insan olmaları. Burada onlara gücün değil insanlığın önemli olduğunu öğretiyorum. Yaşlandıklarında onları gücün değil saygının koruyacağını öğretiyorum. Onlara yaşamayı öğretiyorum, insan gibi yaşamayı. Ve eğitimi tamamlayanları normal işlere yolluyorum. Bir üniversiteye veya bir kiliseye veya bir yardım kuruluşuna. Ama bize bağlı olarak gönderiyorum.

İrreligioso’nun her ayın 13ünde yaptığı toplantıları gibi bizler de toplantılara başladık. Her ayın 19unda Budapeşte’deki merkezde yapıyoruz toplantımızı. Şu ana kadar hep Lisa ve dört öğrencimle yaptım bu toplantıları. Şu ana kadar hep dışarıdaki bizi genişletmek için olmuştu bu toplantılar. Ve bugün toplantımda eğitimini tamamlamış olan ve eğitim boyunca da dikkatimi çeken birini getirmiştim. Adı Matyas olan bu genç çocuk diğerlerinden çok daha hızlı düşünebiliyor ve çok daha soğukkanlı davranıyordu. Onu diğerlerine tanıttıktan sonra yeni planlarımı da açıklayacaktım.

Herkes gelmişti ve Matyas’ı gördüklerinde hepsi bir duraksıyordu. Sanki yanlış yere gelmişler gibi. Hepsi Matyas’a bunun ne işi var burada tarzında bakarken ben de konuşmaya başladım.

“Evet, yaklaşık yedi yıldır uğraştığımız işler artık meyvelerini hatta meyvelerin de meyvelerini vermeye başladı. Ve ben de size planımı açıklamaya karar verdim.”

Hywl ve Emre’nin içlerinden “İşte bu!” dediklerini anlıyordum heyecanlarından.

“Bu Matyas, henüz eğitimini bitirdi ancak ben onda müthiş bir yetenek gördüm ve planım için gereken son kişi olarak onu seçtim. Ve sizlerin de bildiği üzere yedi yılda Fransa, Portekiz, İtalya, Çek, Türkiye, Rusya ve Macaristan’da gizli eğitim merkezlerimiz var. Ve kırk ülkede 487 halka açık merkezlerimiz var gerek kiliseler, gerek yardım kuruluşları. Artık arkamızda bizi anlayan ve anlatan insanlar var. İrreligioso da bunun farkında ve onlara tamamen yok olmamaları için durmalarını önereceğim. Yoksa savaşımızı başlatıyoruz. Sizler dışarıda insanlara gerçekleri anlatırken ben de yedi yılımı irreligioso’yu takip etmeye ayırdım. Ve onlar hakkında artık çok daha fazla şey biliyoruz. Zamanı geldikçe sizler de öğreneceksiniz.”

Herkes neler olacağını merak ediyordu. Irreligioso’yu takip ettiğimi bilmiyorlardı ve planlar yaptığımı da. Özellikle Matyas çok endişeli gözüküyordu. Sanki olayın büyüklüğünü yeni kavramış gibiydi.

“Daha görmediğin çok şey var Matyas!” dedim.

Lisa bize katılmayacaktı. Onun ilgilenmesi gereken birçok iş vardı. Sürekli geziyor, işlerin yolunda gidip gitmediğine bakıyor ve son zamanlarda medyaya da çıkmaya başlamıştı. Gazeteler, dergiler, televizyonlar onunla görüşmek istiyorlardı. Yapılan şeyler farklı geliyordu herkese ve doğal olarak ilgilerini çekiyorduk. Lisa biraz bozulsa da kabul etmek zorunda olduğunu biliyordu. Hem de kendini bulduğunu söylüyordu bu işlerde. İnsanlara yardım etmenin ve onlardaki değişimin kendisini mutlu ettiğini anlatıyordu.

Matyas ile özel olarak konuşacaktım. Diğerlerinin çıkmasını istedim. Yanıma oturmasını istedim Matyas’ın. Sanki önemli bir emir vermişim gibi yerinden fırlayarak geldi. Hem sakinleşmesini istiyordum hem de görevi iyice anlamasını.

“Bak Matyas, yapacağımız şeyler normal şeyler olmayacak. Bu savaş belki binlerce yıldır devam ediyor. Biz bitiremeyeceğiz belki ama bitirmek için uğraşacağız. Amacımız insan öldürmek değil. Amacımız insan öldürmeyi ve insanlığı insanlıktan çıkarmayı amaçlayanları değiştirmek. Değişmemekte ısrarcılarsa onları öldürürüz. İsteriz ki onlar da insanca yaşasın. Ama hepsi öyle değildir Matyas. Ölmekten ve öldürmekten korkmamalısın Matyas. Ayrıca duygularını kontrol edebilmelisin. Öldürmekten zevk aldığını görürsem anında atarım seni görevden. Amacımız öldürmek değil bunu aklına iyi sok. Ve istemiyorsan katılmak zorunda değilsin. Ancak senin kadar iyisini bulmak zor olabilir.”

Matyas kendinden emindi. “Hazırım efendim!”

Hep hazır olduğumuzu sanırız. Ta ki gerçeklerle karşılaşana kadar.

Perşembe, Kasım 10

*19 - Güven ve Karar

Karl, Lisa’yı tuttuğu gibi yere attı. Ve silahını çıkarıp Lisa’ya doğru yürüyordu. O sırada ben de Karl’ın bacaklarına sert bir tekme attım sonra da koluna vurdum silahını kullanamasın diye. Zaten silah elinden fırladı hemen. Karl hiç beklemiyordu böyle bir şey olmasını. Bir yandan bana saldırıyor bir yandan da Lisa’ya sövüyordu. Hain olduğunu söyleyip duruyordu.

“İrreligioso sizi yaşatmayacak!” diyordu sürekli.

Lisa da şoku atmıştı üzerinden ve o da Karl’a karşı savaşıyordu benimle. Karl’ın dayanacak gücü kalmamıştı. Onu bir kalorifer borusuna bağladık. Ve konuşturmaya çalışıyorduk. Ancak Karl sadece Lisa’ya yüklenip duruyordu.

“Her şeyi anlattım Lisa, her şeyi anlattım. Yakında işinizi bitirecekler. Hainlerin sonu böyle olur. Oyun mu sanıyorsun bunu ya da bir film mi? O kadar basit mi bir aşkın peşinden koca bir örgütü terk etmek. Bildiğin şeylerin açığa çıkması riskini alırlar mı sanıyorsun? Kaç kişisiniz ha? Neyinize güveniyorsunuz? Hiçbir şeye sahip değilsiniz. Eğitim, para, silah, mekan? Hangisi var sizde? Aptallar. Öyle iki günde bitirip kahraman olacağınızı sanıyorsunuz. Devam edin, gerizekalılar. Ama vasiyetinizi yazmayı unutmayın!”

Karl durmadan konuşuyordu ve buna bir dur demeliydim. Yüzüne sert bir yumruk attım.

“Bana bak Karl! Düşünmen gereken tek bir gerçek var, eğer sorduklarıma cevap vermezsen o savunduğun irreligioson’da bile göremeyeceğin şeyler yaparım sana. Ölümün için yalvarırsın bana! O yüzden şimdi konuş ve ben de yaşamana izin vereyim.”

Karl alaycı bir gülümseyle bana baktı. “Devam et, pislik!”

Karl’ı konuşturmam gerekiyordu ve gerçekten acı çekmesini istiyordum. Onu bu halde görüp neler yapabileceğimi bilmelerini istiyordum. Lisa’ya ne desem bilemiyordum. Gözümün önünde olmasını istiyordum ama Karl’a yapacaklarımı da izlemesi hoş olmayabilirdi. Sonuçta eski bir arkadaşıydı. Yine de isterse başka bir yere geçebileceğini söyledim. Lisa ise kararlı bir ses tonuyla cevap verdi.

“Hayır, en güvendiğim kişi bile böyle çıkıyor. Ben de seninleyim, Karl’ın acı çektiğini görmek istiyorum.”

Sevinmiştim ve Karl’a yaklaştım. Hançerimi çıkardım ve Karl’a gösteriyordum.

“Bu hançeri özel yaptırdım Karl, salata ve yemek hazırlarken falan çok kullanışlı, özellikle ince işlerde çok işe yarıyor. Bir de senin gibilerle arası çok iyi bu hançerin. Kör bir bıçağa göre çok daha acısız. Tabi kullanmayı bilirsen. Maalesef ben daha tam alışamadım, o yüzden biraz acıtabilir. Ayaklarından başlasak fena olmaz diye düşünüyorum.”

Karl dediklerimi duymamazlıktan geliyordu. O sırada Lisa beklemediğim bir şekilde Karl’ın yüzüne çok sert bir tekme attı.
“Bu son şansın Karl. Yohan hayal edemeyeceğin kadar acımasızdır. Vücudumun ne halde olduğunu biliyorsun. Ki beni sevdiği için bana en hafifini uyguladı. Ya konuş Karl, ya da eziyeti kabullen.”

Karl’dan ses çıkacağı yoktu. Lisa’nın sözleri onu biraz tedirgin etmişti. Lisa’daki yaraları bildiği belliydi. Önce ayak başparmağını kestim ve kanaması dursun diye ateşle bastırdım. Karl acı içinde kıvranıyordu. Bir süre sonra bağırmayı kesti, gözlerinden yaşlar geliyordu. Konuşmaya dair bir tepki yoktu. “Sen bilirsin!” dedim ve devam ettim. Bu sefer de el başparmağını kestim. Yine aynı olay, Karl sürekli kıvranıyordu ve bağırıyordu. Yine konuşmuyordu. Bu sefer erkeklik organına yöneldim. “Nasıl olsa konuşmayacaksın, öleceğin için buranın bir önemi yok!” Karl pek ciddiye almamıştı. Lisa da şaşırmıştı ve ciddiye almamıştı blöf yaptığımı sanıyordu. Hâlbuki değildi. Lisa’ya sıkıca tutmasını söyledim. Karl işin ciddiyetini anlamıştı. Lisa’nın sıkmasıyla yerinde duramıyordu zaten. Ben de yavaştan kesmeye başladım. Karl acı içinde bağırmaya başladı.

“Tamam, tamam anlatacağım. Durun lütfen! Ne istiyorsanız anlatacağım.”

Hançeri çektim ve alaycı bir şekilde cevap verdim.

“En zevkli yerlerini kaçırdın Karl, daha başında bitirdik olayı! Evet Karl, her şeyi bilmek istiyorum. Bildiğin her şeyi bilmek istiyorum. Toplantıları ne zaman, nerelerde adamlarınız var, sisteminiz nedir, başınızdaki kim? Anlat bakalım sırayla.”

Karl acıdan zor konuşuyordu. Ama anlatmaya başladı.

“Sen ortaya çıktın ve sonra Sophie ortadan kayboldu. Bu olaylardan sonra sistemi tamamen değiştirdiler. Lisa’nın bildikleri artık işe yaramıyor. Her ayın 13’ünde toplantı olur. Fakat başımızdaki kim onu bilmiyoruz. Her hafta farklı biri oluyor başımızda. Ve bize yapmamız gerekenleri ve dikkat etmemiz gereken şeyleri söylüyor. Her yerde olduğumuzdan bahsediyorlar sürekli. Ancak yeterli olmadığını söylüyorlar. Son zamanlarda sürekli doğuya Müslüman ülkelere yönelmek istiyorlar ancak senin ortaya çıkışın bunu yavaşlattı.”

Karl sanki bir nefeste anlatmıştı bunları. Ondan bildiği tüm kişilerin isim ve adreslerini istedim.

“Bunu yapamam defterimi veremem, beni öldürürler.”

Karl korkuyla ne yapacağımı bekliyordu. Sakin bir şekilde “Tamam Karl, şimdi sana bir iğne yapacağım. Seni rahatlatacak.” Lisa ise garip garip bakıyordu bana. “Ne yani? Listeyi öğrenmeden bırakacak mısın? Anlayamıyorum seni Yohan!” İğneyi yaptım ve bir süre sonra bayıldı Karl. Lisa bana sinirlenmişti.

“Hani öldürmeyecektin Yohan, söz vermiştin.”

Lisa’ya sakin olmasını söyledim.

“Öldürmedim Lisa, sadece uyandığında hiçbir şey hatırlamıyor olacak.”

Lisa şoka girmişti. Açıkçası bazen kendime inanamıyordum. Düşünsenize bir uyanıyorsunuz, elleriniz ayaklarınız bağlı ve iki parmağınız kesik. Ve nerede olduğunuza dair bir fikriniz yok. Yaptığım şeylerin acımasız yaptığım kişilerin hak ettiğine inanıyorum.

Lisa’ya bir defter aradığımızı söyledim. İçinde isimler ve adresler olan bir defter. Aramaya başladık hemen. Bir yandan da konuşuyorduk. Lisa neden defter aradığımızı sordu.

“Karl söyledi bize. O yüzden onu zorlamadım. Defterini veremeyeceğini söyledi. Demek ki her şeyi oraya kaydediyor. Ayrıca Karl haklı Lisa. Bu iki günlük iş değil. Sistemli çalışmalıyız. Paramız olmalı, eğitimimiz olmalı, kaynağımız olmalı, derdimizi anlatabileceğimiz yerler olmalı. Bir gizli biz olmalıyız bir de dışarıdaki biz olmalıyız. Ancak böyle durdurabiliriz.”

Lisa sadece dinliyordu ve etrafı karıştırıyordu. O sırada buldum defteri, kitaplıktaki diğer defter ve kitapların arasına atılmıştı. Artık Lisa ve diğerlerine dışarıdaki bizi kurmalarını söyleyecektim. Ben de gizli bizi takip edecektim. Büyüdükçe gizli biz de büyüyecekti. Biz büyüdükçe başkaları küçülecekti. Onların açısından bakınca onlar da haklıydı. Herkes kendince haklıydı. Gerçekten kimin haklı olduğunu ölünce öğreneceğiz. Sonuçta ölüm hep kazanır.

Perşembe, Kasım 3

*18 - Şüphe

Prag’ı geziyorduk yaklaşık üç saat falan olmuştu. Prag Kalesi’ne çıkmıştık, ve şehir oradan gerçekten çok güzel görünüyor. Vltava Nehri ve Prag’ın tarihi havası beni cezbetmişti. Prag Kalesi ile ilgili bazı şeyler okumuştum. En büyük kalelerden biri olduğunu okumuştum. Gerçekten çok ihtişamlı gözüküyor. Ve Roma’dan bu kaleye kadar yol yaptıklarını okumuştum. Hatta birçok yerde bu bağlantıların olduğunu okumuştum. Özellikle Prag Kalesi sığınmak için kullanılan bir yermiş. Bir gün bunu kontrol edeceğim. O yollar gerçekten var mı merak ediyorum. Eğer atalarım kullandıysa benim de işime yarayacaktır.

Charles Köprüsü’nden de geçmiştik, insanların çoğu sadece gelmiş olmak için geliyor. Fotoğraf çektirip gidiyorlar, oysa birçok anlamı var o heykellerin, yazıların ve yapıların. Ben de Lisa ile herhangi iki turist gibi o kadar insanın arasından geçip gittim. Yorulmuştuk, ve eski şehir meydanı dedikleri yerde biraz dinlenmeye karar verdik. Lisa sürekli bir şeyler anlatıyordu, sanki bir turistmişim gibi. Bense etrafı gözetliyordum. Sanki bir şeyler tanıdık geliyordu ama emin değildi. O sırada Lisa ısrarla astronomik saate bakmasını istedi.

“Bu da çok ilginç Bir saat Yohan hala mantığını anlamış değilim. Çok da araştırmadım tabi ama yine de sadece bakarak anlayamıyorum. Ama çok güzel duruyor. Ayrıca heykeller de çok güzel üstteki altın horoza da çok gülüyorum. Niye koyarlar ki oraya altın horozu, çok komik!”

“Yahudi-Hristiyanları temsil ediyor o horoz.”

Garip garip bakıyordu suratıma Lisa. Hem Yahudi hem Hristiyan nasıl olacak ki diyordu. Evet haksız sayılmazdı. Çünkü çok bilinen bir şey değildi. Kendilerini çok açığa çıkaramıyorlardı. Çünkü her iki taraf da onları dışlıyordu. Bu yüzden hep gizli kaldılar ya da çoğu gizli kaldı diyeyim. Şimdi kimler vardır bilmiyorum ama bu saati yapan adam Yahudi-hristiyanmış. Aklıma gelenleri anlatıyordum sırayla Lisa ise hayretle dinliyordu.

“Nereden öğrendin tüm bunları Muet?”

“Elinin altında kimsenin göremeyeceği kitaplar vardı ve sen okumadın mı yani? Bilgi nedir bilir misin sen?”

Omuzlarını silkip, dudaklarını büktü Lisa. “Ben sadece öldürmeyi bilirim.” dedi.

Genelde çoğu kişi böyleydi. Önemli olan öldürebilmekti. İnançsız olmak ve öldürebilmek. Doğru düzgün Hristiyan kalmamıştı karşılarında ve son zamanlarda Müslümanlara saldırmaya başlamışlardı. Benim ortaya çıkmam kısa bir süreliğine korkutsa da tekrar kontrölü eline almıştı irreligioso.

Ev bulunduğumuz yere yakındı. Yürüyerek gelmiştik eve ve gerçekten çok yorulmuştum. Ama iyi olmuştu dışarı çıkmak, hafızam yerine geliyordu ve daha sağlıklı düşünebiliyordum. Hem vücudumu da alıştırmalıydım artık. Başladığım işi bitirmeliydim.

Anahtarları vermesini söyledim Lisa’ya kapıyı ben açmak istiyordum. Kapı kolunu bizim çekmememiz gerekiyordu. Kapıyı açtım ve Lisa’ya girmesini söyledim. Eğer içeride biri varsa ona zarar vermeyecektir diye düşündüm. O içeri girerken ben de bir şeyle oyalanıyormuş gibi yaptım. İçeride bir değişiklik göremeyince ben de girdim içeri ve kapıyı kapattım. Ve anında Lisa’ya hemen dışarı çıkması için bağırdım. Artık burası güvenli değildi. Tahmin ettiğim gibi birileri girmişti içeri ve kapı kolundaki kağıt yere düşmüştü. Hemen defterimi ve malzemeleri aldım. Lisa hala bekliyordu, kafası bulanık gibiydi. Kolundan tutup sarstım.

“Ciddiyim Lisa. Acele etmeliyiz. Her an her şey olabilir.”

Dışarı çıkmıştık ve kısa bir süre sonra ev alev aldı. Büyük olmasa da en azından bizi öldürecek kadar bir patlama yaşanmıştı. Lisa şok içindeydi. Cümle kuramıyordu. Yarım yamalak kelimeler çıkıyordu ağzından ve “Nasıl bildin” deyip duruyordu. Ben ise kimin yaptığını biliyordum. Ve başlangıç noktasını biraz öne çekmek gerek diye düşündüm. Karl ile başlayacaktık.

“Karl’ın evi nerede Lisa?”

Lisa kabullenmek istemiyordu. Karl en güvendiği kişilerden biriydi. O olamaz diyordu. Ama ben emindim. Ve Lisa’yı ikna ettim, gidip emin olacaktık. Eğer o ise ölüm başlıyordu. Eğer değilse araştırma başlıyordu. Oraya uğramadan önce koluma gizli bıçağımı hazırlamam gerekiyordu. Tekrar meydana gitmemiz gerek dedim.

“Kuytu bir yerde yapsak daha iyi değil mi?”

Lisa’nın bile böyle sanması garipti. Kalabalıkta herkes daha dikkatsizdir, çünkü kalabalık güven vericidir. O yüzden kimse kimseye çok dikkat etmez. Meydanda oturduk sanki bir oyuncakla uğraşır gibi hazırladık ve koluma taktım. Artık gidebilirdik. Yola çıktık, Lisa tedirgindi. En güvendiği arkadaşlarından birinin onu öldürme ihtimali vardı. Doğru olmamasını diliyordu.

Lisa yaklaştığımızı söylediğinde iğrenmiştim. Karl burada mı yaşıyordu? O kadar güzel Prag’ta yaşamak için böyle bir yer seçmek çok saçma. Eskimiş binalar, hepsi çökmeye yakın ve sokaklarda gezinen çöpler. Bu binalardan birine girdik ve üçüncü katına çıktık. Lisa’ya kapıyı çalmasını ve bana bakmamasını söyledim. Kapının yanındaki duvara yaslandım. Lisa kapıyı çaldı ve gözlerini yere dikti bekliyordu. Kapıyı Karl açtı ve direk beni sordu. Önce kendimden şüphelendim acaba yanılıyor muyum diye ama sonraki cümle harekete geçmem için yeterliydi.

“Güzel! Gelsene içeri Sophie şu işi tam bitirelim!”

Pazartesi, Ekim 31

*17 - Çiçek Hastalığı

4 Haziran 1723’te 16 yaşında bir genç vefat eder. Leopold Clement adında bir genç. Ve ondan on yaş küçük bir kız çocuğu vardır Maria Theresia adında. Maria ve Leopold nişanlanmışlardır ve Leopold’ün Viyana’ya gelmesi beklenir. Ancak Leopold yerine onun ölüm haberi gelir.

Çiçek hastalığından ölmüştür Leopold ve Maria Theresa için yeni adaylar aranmaktadır. Maria’nın favorisi ise Francis Stephen’dır. Maria’dan dokuz yaş büyük olan Francis hem de Leopold’ün kardeşidir.12 Şubat 1736’da Francis Stephen ile evlenen Maria kocasına derin bir sevgi ile bağlıdır. Ayrıca Maria Macaristan ve Bohemya Kraliçesi ve Avusturya Arşidüşesi idi. Kocası Francis’in I. Franz ünvanı ile Kutsal Roma İmparatoru olmasından sonra kendisi de İmparatoriçe sayıldı. Zamanında en güçlü kadınlardan biriydi. Ve devleti bizzat yöneten kadınlardan biriydi. Eşi Yedi Yıl Savaşları bitiminden iki yıl sonra ölmüştü. Onun ölümünden sonra kendi ölümüne kadar yas tuttu. Ona derinden bağlıydı. Kızlarından Maria Antonia henüz dokuz yaşındayken babası I. Franz ve annesi Maria Theresa, oğulları Leopold’ün evliliğini kutlamak için Inssbruck’e gideceklerdi. Babası yola çıkmadan önce sanki kızını bir daha göremeyeceğini hissetmiş gibi Maria Antonia’ya sarıldı, öptü, bağrına bastı. Antonia şaşırmıştı çünkü babasını böyle gözü yaşlı ilk defa görüyordu. Ve son olmuştu. Antonia bir daha babasını görememişti. 1765 ağustosunda I. Franz felç geçirerek ölmüştü.

Daha sonra Maria Theresa kızlarından Marie Antonia’yı da savaş bitiminde Fransa ile ilişkileri sağlamlaştırmak için Louis ile nişanladı. Ve o da kızını ağlayarak uğurladı. Kızının Fransa halkına iyi davranması ve onu gururlandırmasını söyledi. Antonia halkına düşkündü, onların derdini kendi derdinden ayırmazdı. Ancak vatan haini ilan edildi ve giyotinle idam edildi.

Eğer Leopold çiçek hastalığından ölmeseydi belki ben hiç olmayacaktım. Belki de I. Franz hiç Kutsal Roma İmparatoru olamayacaktı. Ya da Theresa bu kadar güçlü olamayacaktı. Antonia belki hiç doğmayacaktı. Ve ben belki olmayacaktım belki de çok farklı yerlerde olacaktım.

Ve Lisa.. Onun kim olduğunu öğrenmek istiyorum. Neden bizim tarafımızda olduğunu öğrenmek istiyorum. Bilmeden ona güvenemem. Bu değerlerimizi onla paylaşamam. İnancım kalbimin önüne geçmeli.

Lisa’dan kaç kişinin kaldığını öğrendim. Emre, Hywl, Andre ve Joseph kalmıştı sadece. Karl ve kendisinin de olduğunu söylüyordu Lisa. Benle birlikte yedi kişi kalmıştık yani. Ve diğerleri varsa bile onlarla irtibat kurabilecek Harm ve Hylar ölmüştü. Nereye gittiklerini bilip bilmediğini sordum Lisa’ya.

“Sen uyandığında hepsi haber vermemi istediler zaten. Gittikleri yerleri biliyorum. Sana bağlılar Yohan, şanslısın.”

Beni gururlandırmaya çalışıyordu ancak kendimi kontrol altına almalıydım. Bugün Lisa yarın başkaları ve bir bakmışsınız aynı düşmanlarım gibi olmuşum. Öldüğümde arkamdan sadece “O sadece bir insandı.” denilmesini istiyorum.

Onları bizzat ziyaret etmek istiyordum. Ancak şu an hazır değildim. İyileşmem gerekiyordu. Lisa haber verebileceğini söyledi. Ya da Karl’ın gidebileceğini.

“Hayır, ikiniz de gitmeyin, hepsine mektup göndereceğiz. Ve ben onlara sahte olmadığını belirtmek için birkaç gizli şey kullanacağım. Birkaç gün içinde hepsi buraya gelecektir. Onlar gelene kadar ben de seni ve Karl’ı tanıyacağım.”

Lisa şaşırmıştı, zaten tanımıyor musun diyecek gibiydi ama o konuşmaya başlamadan devam ettim.
“Açık konuşmam gerek Lisa. Seni seviyorum, Amsterdam’dan beri seni seviyorum, kalbim kalbindedir. Ama seni öğrenmeliyim her şeyinle bilmeliyim. Sen ile ben tamamen zıt kutuplarız. Ne oldu da benim yanıma geçtin. Sadece bana olan aşkın mı sebep oldu gerçekten? Geçmişin nedir? Gerçek ismin nedir? Önce seni öğrenmeliyim sonra irreligioso’yu tanıyacağız. Sana güveniyorum ama bu konu benle ilgili değil Lisa. Bu konu herkesin, bu konu Tanrı’nın! Kendimden şüphe ettiğim anda bile bu görevden çekilirim.”

Yedi kişi olduğumuzdan şüpheliydim. Karl ve Lisa’dan emin değildim. Lisa’ya olan sevgimden dolayı ona güvenmek istiyordum. Ama Karl’a karşı tamamen şüpheciydim. Zaten birkaç gündür ortada yoktu. Ne yaptığı hakkında bir fikrimiz de yoktu. Lisa’dan ayrıntılı bilgi almasını istedim. Bu kadar habersiz gezmesi şüphelendiriyordu.

Lisa’dan silahlarımı istedim. Hançerimi ve silahımı getirdiğini söyledi, ayrıca bir de formüllerle dolu bir defter getirdiklerini söyledi. Zehirlerle ilgili defterimdi, pek bir şey anlamadıkları belliydi.

“Bir bıçağım daha vardı, o ne oldu?”

Şaşkın şaşkın cevap verdi Lisa, daha doğrusu soru sordu.

“Hangi bıçak Yohan? Başka bıçak falan yoktu.”

Anlaşılan tekrar yapmam gerekecekti. Eğer karşı taraf almışsa onlar kopyasını çıkarabilirlerdi. Bu benim için kötü haberdi. Lisa yüzümdeki kötü ifadeyi fark etmişti. Niye bu kadar tepki gösterdiğimi sordu.

“O Harm’ın hediyesiydi.” dedim sadece.

Bıçağı tekrar yapacaktım ve malzeme gerekiyordu. Malzeme almak için dışarı çıkmamız gerektiğini söyledim. Hem biraz Prag’ı tanımak istiyordum. Dışarı çıkarken kapı koluna bir kağıt parçası astım. Lisa niye böyle bir şey yaptığımı sordu.

“Her şeyin bir sebebi vardır Lisa. Yakında anlarsın.”

Çarşamba, Ekim 26

*16 - Spes mea in deo est!

Sophie gerçeği söylüyor gibi görünüyordu. Ama nasıl olabilirdi? O kadar zehir ve kalbine sapladığım hançer.. Hem doğru olmasını istiyordum hem de doğru olamayacağını biliyordum. Sonra Sophie’nin o hali biraz daha sakinleşmeme yardımcı oldu. Yakasını bırakıp pencereye doğru yöneldim. Bir seneden fazladır dışarıyı görmüyordum. Prag.. ikinci doğum yerim. Sophie’den anlatmasını istedim, eğer Lisa ise inandırmasını istedim.

“Her şeyi anlatabilirim Yohan ben Lisa’yım. Anılarımızı anlatabilirim, eğitim dönemimizi ve beraber geçirdiğimiz zamanları anlatabilirim. Mesela hatırlar mısın bizi köz üstünde yürütürlerdi. Bir keresinde yan yanaydık ve sana nasıl dayandığını sormuştum. Sen ise “Spes mea in deo est” diye sayıklayıp duruyordun. Sonra aynısını o kayalıklarda da söyledin, silah kullanmakta çok kötüydün Yohan herkes senle dalga geçiyordu ve yine o kayalıklara gitmiştin tek başına. Yanına geldiğimde sana bir sürü şey anlatmıştım ve her zamanki gibi konuşmuyordun. Ne olduğunu sorduğumda yine bunu demiştin “Umudum Tanrı’da!”. Sonra sana hazırladığımız doğum günü vardı. Ve tabi bir de dayak yemiştik birbirimizin gözü önünde. Orada da dudaklarını okumuştum Yohan dayak yerken de aynı şeyi söylüyordun. O zamanlar iyi ki kimseye söylememişim. Seni yaşatmazlardı Yohan. Tanrı’ya inanmak gerçekten büyük bir hatadır irreligioso’da.”

Anlattığı şeylerin bir kısmını hatırladım, bir kısmını hatırlayamadım. Doğru şeyler söylüyordu. Aklım almıyordu. Bir yanım inanmak isterken bir yanım gerçek olamaz diyordu. Gerçek olamaz ağır basmıştı. Hem sinirliydim hem her an ağlayabilirdim. Sesimi kontrol etmeye çalışıyordum.

“Bunları nereden öğrendiğini bilmiyorum Sophie ama sen Lisa olamazsın. O gün öldürdüm onu. Kurtulması mümkün değil.”

Lisa biraz daha yaklaştı bana.

“Panzehirler Yohan. Verdiğin panzehirler, zehrin etkisini yok etmiş. Hançeri ise tam saplayamamışsın. Sen ayrıldıktan sonra Karl gelmiş ve beni kurtarmış. Kendime geldiğimde ona bana yardım etmesi gerektiğini söyledim. Kaçacaktım ve benim öldüğümü söyleyecekti irreligioso’dakilere. Şu an beni öldü sanıyorlar Yohan. Yaşadığımı sadece sen biliyorsun.”

Hala inanmıyordum Sophie’ye. Hançeri sapladığımı hatırladığımı söyledim. Nabzının atmadığını hatırladığımı söyledim. Herkesi öldürdükten sonra ayrıldığımı söyledim.

“Hayır Yohan, hafızan ayrıntıları unutmuş. Ne nabzımı kontrol ettin ne de hançeri sapladın. İyi hatırla Yohan, hançeri saplayacaktın ama yavaş hareket ediyordun. Hatta biraz yaralamıştın bile, sonra kapı açıldı ve sana ateş edildi. Yere yığıldın Yohan.”

Şimdi hatırlamıştım olanları. İnanamıyordum. Lisa olduğunu kabul etmiştim ama kafam çok karışıktı. Emin olamıyordum. Ve şok halindeydim. Hani umutsuzca bir yarışın içine girersiniz de her şey bittiğinde size kazandığınızı söylerler. Kazandığınız kesindir ama inanmazsınız, inanamazsınız. Bir süre sonra alışırsınız duruma. İşte şimdi o haldeydim.

“Lisa ya da Sophie, ben ne diyeceğimi bilemiyorum. Biraz zaman ver bana. Gerçekten Lisa olabileceğini aklım almıyor. Kusura bakma, biliyorum ve kabul ediyorum Lisa olduğunu ama sadece şaşırdım ve şoktayım. Yani..”

Gerisini getirememiştim. Lisa’nın yüzünde ise korku ve sevinç bir aradaydı. Yaşıyor olduğum için mutluydu. Ama eski Yohan olmadığım için korkuyordu.

Duş almak için banyoya girdim. Aynaya baktığımda çok garip hissettim kendimi. “Sanki 40 yaşındayım” dedim. Saçlarım da çok fazla beyazlık vardı. Ayrıca sağ kaşımla kulak kepçem arasında mermiden dolayı kalan bir iz vardı. Yüzüm ve vücudum daha kötüydü. Sanki her yerim yara içindeydi. Buna alışmalıydım, bu bir savaştı. Büyük bir savaş.

Duştan çıktığımda Lisa yemek hazırlamıştı. Duş almak beni sakinleştirmişti. Tavuk kavurma yapmıştı ve üstüne hafif limon sıkmıştı. Lisa olduğuna iyice inanmaya başlıyordum. Limon sıktığımı sadece ona söylemiştim. Yemekte yine o konuşuyordu sürekli. Sadece dinliyordum ve nadiren konuşuyordum. Evet, şimdi kendimi gerçekten Lisa ile beraber hissetmiştim. Heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu yine. Açıkçası doğru düzgün dinlemiyordum. Bir anda ağzımdan çıkıvermişti.

“Te amo Lisa”

Bir anda donup kalmıştı. Önce anlam veremedi sonra yüzü kızardı ve başını aşağı doğru eğdi. “Ben de seni seviyorum Yohan” dedi. Gülmeye başlamıştım. Meraklı meraklı soruyordu.

“Ne var? Neye gülüyorsun?”

Cevap vermiyordum ve bu onu daha da meraklı yapıyordu. Ve beni daha da güldürüyordu.

“Çok gıcıksın Muet!” dedi ve ayrıldı masadan. Ben de peşinden gittim ve sadece onu hatırladığımı söyledim. O sırada yastığımın altındaki listeyi fark ettim. Listeyi fark etmem aslında her şeyi fark etmemi sağlamıştı. İrreligioso’yu yok etmeliydim. Ve artık Hylar ile Harm da yoktu. Tek başımaydım. Ve Lisa’ya kalbim güvenirken beynim güvenmiyordu.

Listeyi inceliyordum ve tamamen değişmişti. Lisa sanki benim listeyi incelememle ilgilenmiyormuş gibi başka şeylerle oyalanıyordu. Sormamı bekliyordu ama emin değildim. Sonra daha iyi bir çözüm olmadığını düşündüm.

“Hylar ile Harm öldü demiştin Lisa. Bu liste ise tamamen değişmiş ve çok ayrıntılı. Bir bilgin var mı?”

Lisa anında cevap verdi, sesinden yardım etmek istediği anlaşılıyordu.

“Biliyorsun Yohan, ben onlardan biriydim. Her şeylerini biliyorum. Sana yardım edebilirim ama bana güveniyor musun?”

Bazen sizi kararsızlığa sürükleyen veya düşünmeye sevk eden ya da hayatınızı değiştirecek şeyler çok büyük olaylar olmaz. Bu onlardan biriydi işte aslı arası ufak bir soru. Lisa’ya sarıldım ve alnından öptüm.

“Spes mea in deo est, Lisa.”

Pazartesi, Ekim 24

*15 - Hafıza

16 Ağustos 2002 * Roma

“Sophie yanındakilerden bilgi alıyordu. Yohan’ı durdurmaları gerekiyordu. Ancak çok geç kalmışlardı. Yohan çoktan ortadan kaybolmuştu. Hylar ve Harm’ı kurtarmak için evine gideceğini düşünüyorlardı. Hepsi silahlarını aldılar yanlarına. Hepsinin silahları farklıydı ama hepsi Yohan gibi giyinmişti. Emre de Yohan gibi eski usullerden hoşlanıyordu. Önden onu göndermişlerdi. Emre içeri girdi ve kimse olmadığını söyleyip diğerlerine de çağırdı.

Evin girişinde bekliyordu hepsi. Bu sırada üst kattan iki kez silah sesi geldi. Sophie hemen yukarı doğru koştu ancak onu durdurdular. Sakin olmaları gerekiyordu. Emre üst kata çıkıyordu ve bir koruma olduğunu fark etti. Koruma arkasını döndüğünde onun işini bitirmişti. Tekrar çağırdı diğerlerini. Yohan’ın olduğu odaya geldiler. Sophie kulak kesilmişti iyice ve Yohan’a söylenen sözü duydu.

“Güle güle Yohan Lorm!”

Daha fazla bekleyemedi ve içeri girdiği gibi Lucas’a ateş etti. Lucas da tetiğe basmıştı, mermi Yohan’ın başını sıyırdı. İçeride müthiş bir çatışma başladı. Sophie Yohan’ı çözmeye çalışıyordu. Emre de onu koruyordu. Yohan çok fazla kan kaybetmişti ve bir mermi başına isabet etmişti. Bir süre sonra Hywl Sophie’nin yanına geldi ve çıkabileceklerini söyledi. Tüm irreligiosolular ölmüştü. Yohan’ı hemen bir arabayla hastaneye götürdüler. Sophie’nin tanıdıkları vardı o yüzden sorun çıkmadı. Sophie doktora buranın güvenli olmadığını ve onu başka bir yere götürmeleri gerektiğini söyledi. Doktor ilk aşamayı burada yapıp sonraki aşamada istedikleri yere aktarabileceklerini söyledi. Sophie aklından olabilecek yerleri geçirdi. Birçok yer geliyordu aklına ama hepsinde sorun olacağını düşünüyordu. Sonra Prag’taki arkadaşı Karl geldi aklına. Onu arayıp gelip gelemeyeceklerini sordu ve olumlu yanıt aldı. Şimdi doktorun cevabını bekliyordu.

Yohan hala uyanamamıştı ekibi ve Sophie onu bekliyorlardı. Emre Sophie’ye yaklaştı ve sordu “Seni daha önce hiç görmedim Sophie? Nerede yetiştirdiler seni ve Yohan’ı nereden tanıyorsun?” Sophie sadece Yohan’ı düşünüyordu. “Ben Yohan ile yetiştim Emre, daha fazla ayrıntı yok.”

O sırada doktor geldi ve durumu açıkladı. Yohan’ın bitkisel hayata girme ve hafıza kaybına uğrama gibi riskleri vardı. Çok fazla ümit olmadığını ama yine de yaşatabileceklerini söylediler. Herkes şoktaydı. Sophie onu Prag’a götüreceğini söyledi. Doktor yapılması gerekenleri anlattı. Ve Yohan’ı Prag’a taşıdılar.

Ekibi bir süre Sophie’ye destek oldu. Sonra hepsi yavaş yavaş ayrıldılar. Sophie ve Karl kalmıştı sadece. Yohan ne zaman kendine gelir gibi olsa Sophie her şeyi anlatıyordu, hatırlatmaya çalışıyordu. Ufak bir belirti bekliyordu ama olmuyordu.”

İşte böyle anlatmıştı Sophie her şeyi. Başım acayip ağrıyordu. Bir sürü şey geliyordu aklıma. Rüya mıydı gerçek miydi ayırt edemiyordum. Sophie derin bir nefes aldı ve konuşmaya devam etti.

“Ta ki düne kadar. Hiç konuşmamıştın Yohan düne kadar. Sadece uyanıyordun ve uyuyordun. Bir senem böyle geçti işte Yohan. Şimdi hatırladın mı bir şeyler?”

Kısmen hatırladığımı söyledim. Ama anlam veremiyordum beni niye bu kadar önemsemişti. Ayrıca Hylar ve Harm neredeydi. Ayağa kalktım bir anda onları bulmak için dışarı çıkacaktım.

“Nereye gidiyorsun Yohan? Kendine gel önce biraz!”

“Hylar ve Harm’ı bulmalıyım. Onları hatırlıyorum Sophie. Hem sen de kimsin Sophie seni hiç hatırlamıyorum. Nedir benden istediğin?”

Elim sürekli başımdaydı ve gözlerim kısıktı. Işık rahatsız ediyordu ve başım çok ağrıyordu. Sophie düşeceğimi fark etmiş olmalı ki hemen yanıma geldi.

“Üzgünüm Yohan.. Biz seni almaya geldiğimizde onlar öldürülmüştü..”

Yatakta dolanıp duruyordum. İçimi sıkıntı basmıştı. Kendimi öldürmek geliyordu içimden. Nasıl olurdu, niye ölmüşlerdi, niye hatırlamıyordum? Defalarca gerçek olup olmadığını sordum. Ciddi olduğunu söyledi.
Sinirlenmiştim ve Sophie’nin yakasına yapıştım.

“Sen de kimsin Sophie? Sen mi öldürdün onları? Ne istiyorsun benden?”

Sophie ağlamak üzereydi, çok korkmuştu.

“Benim Jose, Lisa. Lisa’yım ben..”

Bu cevap beni daha da sinirlendirmişti. Dalga mı geçtiğimi sanıyordu?

“Lisa öldü tamam mı! Kendi ellerimle öldürdüm onu! Öldü! Öldü! Öldü!”

Cuma, Ekim 21

*14 - Bir Senelik Ölüm

15 Eylül 2003 * Prag
“Bir yıldan fazla oldu, hala kendine gelemedi. Niye bekliyoruz ki bu kadar? Geri gelmeyecek işte Sophie, hep böyle bilinçsiz olacak. İnat etme artık.”

“O’nu seviyorum Karl, anlıyor musun?”

“Seni öldürmeye çalıştı Sophie. Nasıl sevebiliyorsun onu? Aklım almıyor.”

“O beni değil, düşmanlarını öldürmeye çalıştı. Beni sevdiğini biliyorum Karl, o zaman yanımda yoktun anlayamazsın.”

Sophie ağlayarak odadan çıkmıştı. Karl yataktaki adamın yanına geldi. Niye bu kadar önemli olduğunu anlayamıyordu? Kimdi bu adam, nasıl bu hale gelmişti? Bir yıldır tepkisiz bir halde yatıyordu. Vücudunun her tarafı yara izleriyle doluydu. Bu devirde sanki sürekli savaşa katılmış gibi diye düşündü. Sophie’nin yanına gitmeyi düşündü. Sonra vazgeçti, gitmenin bir faydası olmayacağını biliyordu. Hatta daha da büyürdü sorunlar. Sophie her geçen gün duygusallaşıyordu. Sevdiğinin o halini görmek acı veriyor olsa gerek diye düşündü Karl.

Bir süre sonra Sophie tekrar geldi. Kendine gelmiş gibiydi.

“Özür dilerim Karl, bu aralar iyi değilim.”

Karl önemli olmadığını söyledi ama meraklı bakışları sürüyordu.

“Tamam, anlatacağım artık. Ben onunla çok küçük yaşta tanıştım, o beni hep korurdu. Sonra büyüdükçe onun yanında mutlu olduğumu fark ettim. Onu seviyordum. Onla olmak hoşuma gidiyordu. Çok konuşmazdı. Garip garip düşünceleri ve bilgileri vardı. O benim için hep farklı ve değerliydi. Onu böyle görmek bana acı veriyor. Her tarafı yara ve bilinci yerinde değil. Bazen bütün bunların gerçek olmamasını diliyorum. Ama ölmesini istemiyorum, Onun böyle bile olsa yanımda olması bana yetiyor.”

Karl burada araya girdi.

“Hep o, o, o diyorsun Sophie. Bir adı yok mu yani?”

“Onun bir sürü adı var. Ama söyleyemem. Canım yanıyor.”

Sessiz bir mırıldanış duyuldu: “Yohan..”

Sophie şaşırmıştı. “Nereden biliyorsun adını Karl?”

“Ben bir şey söylemedim ki.”

İkisi de Yohan’a döndüler. Gözlerini açamıyordu. Ama konuşmaya devam etti.

“Adım Yohan! Yohan Lorm! Son Kutsal Roma İmparatoru Yohan Lorm! Son Kutsal Roma İmparatoru Yohan Lorm! Son Kutsal Roma İmparatoru Yohan Lorm! Son Kutsal Roma..”

Sophie beni sarsıyordu, yüzüme vuruyordu.

“Yohan, Yohan, iyi misin? Beni anlayabiliyor musun?”

Sadece sayıklıyordum. “Son Kutsal Roma İmparatoru Yohan Lorm!..”

***

6 saat sonra

Yine gözlerimi zar zor açabiliyordum. Sophie’nin başı göğsümde ve eli elimde uyuyakaldığını gördüm. Gecenin bir yarısı olmuştu.

“Neredeyim ben? Sen de kimsin? Niye göğsümde yatıyorsun? Her yerim ağrıyor zaten!”

Bağırmaya başlamıştım. Neye uğradığımı şaşırmış bir haldeydim. Öldüğümü sanıyordum. Şoktaydım ve Sophie’nin Sophie olduğunu henüz öğrenmemiştim.

“Özür dilerim Yohan. Rahatsız etmek istememiştim. Ben, sadece seni kontrol ediyordum yanında uyuyakalmışım. Kendini nasıl hissediyorsun? Hiçbir şey hatırlıyor musun?”

“Kimsin sen? Ne istiyorsun benden?”

“Benim adım Sophie, bir senedir sana burada ben bakıyorum. İyileşmen için bekledim. Sadece iyileşmeni istiyorum. Yavaş yavaş her şeyi hatırlayacaksın. Hiçbir şey hatırlıyor musun?”

“Sophie mi? Bana iyi şeyler hatırlatmıyor. Sophie diye birini öldürmüştüm. Onu severdim. Başka bir isim kullanamaz mısın? Ayrıca hiçbir şey hatırlamıyorum. Hep eskiler var. Buraya nasıl geldim, ne oldu bana, hatırlamıyorum.”

Sophie zor konuşuyordu.

“Bana istediğini diyebilirsin Yohan, sadece kendini iyi hisset. Her şeyi anlatacağım sana. Neler olduğunu, buraya nasıl geldiğini, kim olduğumu anlatacağım sana. Şimdi dinlen biraz Yohan.”

Koşarak odadan çıktı Sophie, nelerin onu üzdüğünü sonradan anlayacaktım. Şimdilik hiçbir şey hatırlamıyordum. Bir sene olmuş demek ki dedim. Bir senelik ölüm. Ve gözlerimi tekrar kapattım. Hiçbir şey bilmek istemiyordum. Yorgundum, daha doğrusu yorgun olduğumu yeni fark edebildiğim için yorgun hissediyordum. Ama öğrenecektim, hatırlayacaktım.

Ve savaş.. yeniden başlayacaktı..

Cuma, Ekim 7

*13 - Efsane(1. Sezon Finali)

16 Ağustos 2002 * Roma

Çaresizlik.. Evimde elim ayağım zincire bağlı duruyor olmam tam olarak çaresizlikti. Öleceğimizi biliyordum. Hylar ve Harm daha önce ölecekti, ekiptekileri zaten öldürmüşlerdi. Neyin peşinden koşuyorduk, neyi amaçlıyorduk? Tam olarak o an düşünmeye başladım. Gerçekten bu kadar kin olmalı mıydı? Hâlbuki temelde aynıydık, bizden onların arasında yetişenler var. O zaman herkes anlaşıyordu. Oradaki arkadaşlarımı öldürmüştüm, sevdiğim kızı öldürmüştüm, dedemi öldürmüştüm. Şimdi ise Hylar ve Harm ölecekti, benim yüzümden. Kendi sonumu da hazırlamış oldum. Aslında Lucas’ın söyledikleri her şeyi özetliyordu.

“Yine önümde büyük bir engel var Stephan ve yine senin çözebileceğini düşündüm. Anlıyorsun değil mi beni? Onlarca adamımı öldürdün Stephan ama sana böyle bir emir verildiğini hiç hatırlamıyorum. Kimse hatırlamıyor! Sonra ne fark ettik biliyor musun Yohan! İşte bu kadın ve bu adamın senin aklını çeldiğini fark ettik. Sana hiç mantıklı gelmese de kabul ettin tekliflerini. Sana mantıklı gelemez Stephan, çünkü sen bizimle yetiştin. Ama bu içgüdüsel bir şey Stephan, bu kadın ve bu adam seni derinden etkiliyor.”

Silahını kafama ve kalbime doğru vuruyordu. “İşte tam buralarda bilinçaltı dediğimiz şey seni etkiledi. Ve onların peşinden koşturmaya başladın. Düşünmeden, sadece denilenleri kabul ederek. Neden peki Stephan? Hiç düşündün mü? Bunlar kim?”

Doğrusu hiç düşünmemiştim ve Lucas haklıydı, kelimesi kelimesine haklıydı. Nasıl olsa birazdan ölecektik. Bilmek veya bilmemek fark etmez diye düşündüm. Kim olabilirlerdi ki?

“Şu yüze bak Stephan hiç mi dikkatini çekmedi benzerliğiniz? Hylar senin annen, gerizekalı! Harm da amcan! Seni etkilemelerinin sebebi bu, bizim eğitimimize gelene kadar onlarlaydın. Ama onlar zamanında seni almamıza hiçbir karşılık vermediler. Baban seni bize getirdiğinde umursamadılar bile. Anlıyor musun Stephan! Sana bu gücü veren biziz. Oysa senin yaptığına bak. Ne sandın bunu Stephan? Herkesi öldürüp irreligioso’yu bitirebileceğini mi düşündün? Ancak kırıntıları temizledin Stephan. Biz hayal edemeyeceğin kadar büyüğüz. Öldürdüklerin yerine anında yenileri geldi. En üste yaklaşmaya çalışmak bile hatadır Stephan, büyük bir hata. Ve işte sonuçlarını görüyoruz. Herkesi tehlikeye attın Stephan, bunun bedelini ödeyeceksin.”

Annem mi?! Amcam mı?! Neler diyordu Stephan? Kafam çok bulanıktı. Ölmek üzereyken bile bunları düşünüyor olmak daha da acı verici. Hatırlamaya çalışıyordum, Hylar veya Harm veya babam hiçbiri gelmiyordu aklıma. O kızın nasıl aramıza girdiğini merak ediyordum, annemi merak ediyordum, babamı merak ediyordum, İstanbul’dakileri merak ediyordum. Aklımdan yine bir ton şey geçiyordu. Hepsini silip buradan nasıl kurtulabiliriz diye düşünmeye başladım. Buradan kurtulmam imkansızdı, Tanrı’nın yardımı gerekiyordu. Açıkçası, eğer varsa öbür tarafta bağışlanmayacağımı düşünüyordum. O sırada Stephan yüzüme tekrar yaklaştı.

“Söyle bakalım Yohan Lorm, tanrın önce kimin ölmesini istiyor Hylar mı, Harm mı? Aslında size iyilik yapıyorum Stephan, sizi tanrınızın yanına gönderiyorum. Orada istediğinizi yaparsınız, ahmaklar!”

Cevap vermiyordum, Hylar ile Harm’a döndüm. “Özür dilerim.. böyle olsun istememiştim anne, amca.. bana söylememeniz önemli değil. Tanrı bunu bize fark ettirdi. O’na bunun için şükrediyorum, bizim ölmemiz bir şey değiştirmez. Bir gün biri sizi yok edecek Lucas. Ben en azından bu yolda ölüyorum. Sense boşluk içinde öleceksin!”

Lucas bir kahkaha attı. “Demek bir cevap yok, sen bilirsin Stephan. Önce anneni sonra amcanı sonra da seni öldüreceğim. Tanrınızla size iyi eğlenceler!”

Lucas Hylar’a doğru yaklaştı, silahı kafasına dayadı. “Ha bu arada, eğer tanrınız gerçekten varsa ona kurallarının bu dünyada işlemediğini söyleyin.”

Lucas, beni sürekli sinirlendirmeye çalışıyordu ama kendimi tutuyordum. Tepki vermemeliydim, yoksa bu işi işkenceye çevirecekti. Hemen bitmesini istiyordum. Gözlerimi kapattım ve eskileri düşünmeye çalıştım. Bir silah sesiyle irkildi vücudum, sonra bir ikincisi geldi. Gözlerimi açmak istemiyordum. Onların ölümünü göremezdim. Lucas’ın bana yaklaştığını hissediyordum, silahı kafama dayadı. Gözümün önünden her şey silindi, bugünün doğum günüm olduğunu hatırladım. Ölümler günüydü doğum günüm. Gözlerimi açtım, yere akan kandamlaları görüyordum. Anlam verememiştim.

“Güle güle Yohan Lorm!”

Küçüklüğümden beri efsane olacağımı sanıyordum, Hylar ile tanıştığımdan beri ise Yohan Lorm efsanesi. Ama olmadı, ben de kendi kendime söyledim “Güle güle Yohan Lorm!”

Ve sonra bir silah sesi daha geldi..

Perşembe, Ekim 6

*12 - Engel

Planımızda sona yaklaşıyorduk ve İstanbul’daydık. Türkiye’deki görevimizi de tamamlayıp dönecektik. Her şey sorunsuz gitmişti. Alabileceğimiz her bilgiyi almış, en üste ulaşmaya çalışmış ve birçok düşmanı saf dışı bırakmıştık. Ama ekipten iki kişi ölmüştü maalesef. Dikkatsizlikleri onlara ölüm olarak geri döndü. Bu işte hata yapmak yasaktır, cezası ağırdır. Ben de hatalar yaptım ve yapacağım, sonuçlarına da katlandım ve katlanacağım.

Bir Perşembe akşamı ekiptekilerden biri kaldığım yere geldi. Roma’dan geliyordu. Halbuki kimsenin gelmemesi gerekiyordu. Haber verilecekse ben verirdim. Niye geldiğini sordum bana Hylar’dan bir mektup olduğunu söyledi. Kötü bir şey olmamasını umuyordum ama biliyordum ki kötü bir şeydi. İyi bir haber için bu tarzda gelinmez. Mektubu açtım ve okumaya başladım.

“Yohan, sevgili oğlum;

Öncelikle şunu bil eğer bu mektubu almışsan başımıza bir şey gelmiş demektir. Bizim yanımızda bıraktığın suskun kızdan şüphe ediyorum. Çok garip davranıyor. Bizi korumaya çalıştığını biliyorum ama yine de güvenemedim. Bizden biri değil gibi.

Bir an önce geri dönmelisin Yohan, sana bu mektubu getiren kişiye gerçekten ciddi bir tehlike altında isek sana götürmesini söyledim.

Uzatmanın anlamı yok, umarım geç kalmazsın Yohan.

Hylar Mono”

Bizi bulmaları çok zordu ancak birinin yardım etmesi gerekiyordu. Ekipten biri olmalıydı. Ama nasıl fark etmemişlerdi hepsini Harm seçmişti. Hepsi sadık gözüküyorlardı, birisine bile ihtimal vermiyordum. Ama biri olmalıydı, gidince öğrenecektim.

Mektubu getiren Samir’di. Ona burada kalmasını söyledim. Samir ile birlikte tekrar yedi kişiydik. Benim gideceğimi ve yerime Diego’nun geçtiğini söyledim.

“Artık yetki sizler de kardeşlerim. Benim Roma’ya dönmem gerekiyor. Sizler bizi değil görevimizi ve amacımızı düşünün. Yapacağımız şeyleri zaten biliyordunuz. Artık uygulama vakti geldi. Belki şu an kimse kahramanlıklarınızı bilmiyor ama ileride dünya sizi anlayacaktır. Tanrı yanınızda olsun kardeşlerim!”

Cuma günü sabaha doğru Roma’ya varmıştım. Dikkatli olmam gerekiyordu, her yerde beni takip ediyor olabilirlerdi. Eve az kalmıştı ancak hiçbir sorunla karşılaşmamıştım, yoksa Samir hata mı yaptı diye düşünmeye başladım. Etrafı iyice gözlemledim, bir sorun göremedim her şey normal görünüyordu. Silahlarımı giydim ve daha temkinli gitmeye başladım. Gizlenmiş olabilirlerdi. Kimseye bir şey olmamasını istiyordum. Birilerini kaybetmeye alışık değildim.

Kapının önüne kadar gelmiştim, her şey sorunsuz ilerlemişti. Eve gireceğimi ve mektubun tamamen yalan çıkacağını umuyordum. Yavaşça kapıyı açtım, içeride kimseyi göremedim. Bu beni rahatlatmıştı.

İşte tam bu noktada insan hata yapar. Her şeyin bittiğini sanırsınız, her şeyin iyiye gideceğini. Tam o sırada ani bir cevap gelir, hiç beklemediğiniz şekilde, hiç beklemediğiniz taraftan.

Kapıyı tamamen açtım ve sol tarafımda Hylar ile Harm’ı gördüm. İkisi de elleri ve ayaklarından duvara asılmıştı. Şoka uğramıştım. Başka kimseyi göremiyordum içeride. Sırtımda soğuk bir isim hissettim, arkamı dönüp karşılık vermek istedim. O sırada yere yığıldım. Sert bir yumruk yemiştim. Evin içindeki irreligiosolular bir anda başıma toplandılar. Hylar ile Harm’ın karşısına beni bağladılar. Sürekli dövüyorlardı. Sonra iki kişi girdi içeri, ikisini de tanımıştım. Demek Hylar haklıymış, o suskun kızmış ihanet eden. Yanındaki de Lucas’tı. Bir sigara yakmıştı Lucas, yüzüme doğru yaklaştı.

“Yine önümde büyük bir engel var Stephan ve yine senin çözebileceğini düşündüm. Anlıyorsun değil mi beni?”

Perşembe, Eylül 29

*11 - Böyle Olmamalıydı

3 Ağustos 2002, Cumartesi * Roma

2 ay sonra evime dönmüştüm, içeri girdiğimde Harm ve Hylar ile karşılaştım. Orada olmalarını beklemiyordum. Kızgın görünüyorlardı.

“Ne yapıyordun Yohan? Sen bizi tamamen yok etmek mi istiyorsun? Neredeydin Yohan, ne yapıyordun? Niye iki aydır hiç iletişim kurmadın?"

Özellikle Hylar çok kızmıştı. Bu planı kafamda çok düşündüğümü ve planın bozulmasını istemediğim için hiç ayrıntı vermediğimi açıkladım. Neler yaptığımı anlattım, topladığım bilgileri anlattım. İspanya ve Fransa artık tamamen bitmişti, öncelikle başlarındaki kişileri öldürmüştüm ve çoğu bilgiyi o beş kişiden topladım. Birçoğu öldü, kalan azınlık ise benim esirim oldular şu an. Onları sorun çıkaramayacakları bir yere hapsettim.

“Ama şunu bilmelisiniz Harm ve Hylar, bu liste eksik. Daha üstte bilmediğimiz birileri var, aldığım bilgiler bu yönde. Fakat bazı şeyleri bağdaştıramıyorum. Aynı kişi için çok farklı söylemler çıktı. Onu bulmamız zor olacak diye düşünüyorum.”

Bazı bilgileri bir kısmı doğrularken bir kısmı yalanlıyordu. Mesela biri Polonya’da yaşadığını ve Rus olduğunu söylemişti, başka biri Polonya’da yaşadığını doğrularken Alman olduğunu savunmuştu. Bir diğeri ise Rus olduğunu ancak İrlanda’da yaşadığını söylemişti. Çok fazla kombinasyon vardı. Karar vermekte zorlanıyordum. Bunu sonraya atmaya karar verdim. Artık dinlenme vaktiydi, yarın bütün bilgiler gelecekti ve artık planımın esas kısmına geçebilecektik.

Ertesi gün herkes eksiksiz gelmişti, buna çok sevinmiştim. Herkes topladığı bilgileri getirmişti. İyi iş çıkardıklarını söyledim, tüm ayrıntılarıyla kaydedilmişti her şey. Sadece bir tanesi çok az bir bilgi getirmişti o da çok önemli bir bilgiydi. En tepedeki kişinin Roma’da yaşadığı mekan ve ne zaman gelip gittiği yazılıydı. Neden bu kadar az bilgi olduğunu sordum.

“Onları öldürmek zorunda kaldım efendim.” dedi. Sesi biraz garip geliyordu, korkmuş muydu yoksa kendin emin miydi anlayamadım ama çok sinirlenmiştim ve kendimi tutmaya çalışıyordum. Niye böyle bir şey yaptığını soruyordum, kaç kez uyardığımı hatırlatıyordum, sürekli aynı şeyleri tekrarlıyordum. Herkes gerilmişti. Ne yapacağımı merak ediyorlardı. Gerçekten çok öfkelenmiştim, onu öldürmek istedim çünkü planı mahvedebilirdi. Ama şu an bunu düşünmek yersizdi. Planı sekteye uğratmamak gerekirdi, cezayı daha sonra düşüneceğimi söyledim. Ve hepsine getirdikleri bilgiler için teşekkür ettim.

“Evet, kardeşlerim şimdi getirdiğiniz bilgiler ışığında planımızın esas kısmına yani irreligioso’yu tamamen ortadan silme planına geçeceğiz. Unutmayın ki birçok kişiyi öldürmek zorunda kalacağız. Benden merhamet göstermemi beklemeyin, siz de göstermeyin. Çünkü onlar göstermeyecektir. Eğer yapamayacaksanız şimdi söyleyin ya da savaşa hazır olun.”

Hepsi hazırdı, artık başlıyorduk. Gelen bilgilerle birlikte daha da rahatlamıştık. Her ay Roma’da gizli toplantıları oluyordu. Ve bu sefer ki 20 ağustosta idi. Toplantıya kadar yakın yerlere gideceğimizi ve toplantı gününden birkaç gün önce Roma’da olacağımızı söyledim.

Öncelikli üç hedefimizin İsviçre, Türkiye ve Yunanistan’daki kişiler olduğunu söyledim. Tam olarak 53 kişi vardı ve 4 tanesi baştı. Hepsini yanımda götürmeyeceğimi söyledim, bazılarını buranın güvenliğini sağlaması için bırakacaktım. 5ini yanıma aldım ve hata yapan kızın da kesinlikle Harm ve Hylar’ın yanından ayrılmamasını söyledim. Öncelikle İsviçre’ye gidecektik. Hylar ve Harm ile vedalaştım. Yine ayrıntı istiyorlardı, veremeyeceğimi söyledim.

Kendimdeki değişimi çözemiyordum, sanki duygularımı kaybediyordum. Daha soğuk, daha acımasız, daha sert biri haline geliyordum. Bu hoşuma gitmiyor değildi ancak sonunda ne olacağını da merak ediyordum. Defterime not düştüm:

“Nasıl açıklanır bilemiyorum Lisa, belki de.. yani bu kadar ölüm.. bilemiyorum işte.. en basit ve en özlüsü galiba bu: böyle olmamalıydı.”

Salı, Eylül 27

*10 - Gidiyorum!

Clyde’ın ellerini ve ayaklarını bağlamıştım. Onu konuşması için zorluyordum. Bütün adamlarını öldürmüştüm. İlk defa böyle bir şey gördüğü belliydi. Bir kişi hepsini alt etmişti. “Amacın ne Yohan? Lucas’ı bulsan ne olacak? Bizden binlerce var, anlıyor musun binlerce!” Ona cevap vermiyordum, biraz daha zehir verdim ve soru değil cevap istediğimi söyledim. Karnına bir yumruk attım. “Eğer istediklerimi vermezsen Clyde, hayal edemeyeceğin kadar acı verebilirim sana. Hiç hayal edemeyeceğin kadar. Önce seni felç ederim ama bilincini ayakta tutarım. Vücudunun her bir parçasını izlersin Clyde, anlıyor musun beni şimdi? Eğer istediklerimi vermezsen, şova hazır ol Clyde!”

Clyde konuşmaya başlamıştı, titreye titreye konuşuyordu. Listedeki isimler birer birer siliniyordu. Ve mekanı belli olmayan kişilerin yerleri de belli olmuştu. Artık kafamdaki plan için sadece bir ekip bulmak kalmıştı. Clyde’dan istediklerimi aldıktan sonra listeyi cebime koyuyordum, Clyde bu sırada hafifçe gülümsedi. “O da neydi Clyde? Neden güldün?” Hiçbir şey olmadığını söyledi. “Sen bilirsin!” dedim. Cebimden zehirleri çıkardım ve vücuduna sapladım. “Nasıl olsa öğreneceğim, pislik!”

Eve vardığımda gece yarısını geçmişti. Harm da oradaydı. On beş kişi bulduğunu söyledi. Hemen çağırmasını söyledim. 3 gün sonra hepsinin burada olacağını söyledi.

“Teşekkür ederim, Harm! Yakında hepsi bitecek, söz veriyorum.”

***

3 gün sonra 4 haziran akşamı, herkes toplanmıştı. Beni iyi dinlemelerini söyledim. Notlarıma açtım ve kaç ülkeye yerleştiklerini söyledim. Amerika, İngiltere, İspanya, Meksika, Türkiye, İtalya, Fransa, Portekiz, Rusya, Çin, Güney Kore, Avustralya, İsviçre, Madagaskar, Hindistan, Kanada, Şili ve Yunanistan’da bulunuyorlardı. Bazı yerlerde birkaç tane önemli isim vardı. 18 ülke vardı İtalya, Fransa ve İspanya’yı ben halledecektim, diğer on beş kişiyi farklı ülkelere yollayacaktık.

“Sizden istediğim sadece gözlemlemeniz ve gizli kalmanız. Her ayrıntıyı not etmenizi istiyorum. Nerede toplanıyorlar, ne zaman toplanıyorlar, başka ülkelere seyahat edenleri hangileri, en az görünenleri hangileri, silahları nelerdir, dışarıdaki işleri nelerdir, tespit ettiğiniz zayıf yönleri nelerdir, kaldıkları binaların yapıları, ayrıntılı çizimleri, korumalar ve kameralarla ilgili bilgiler ve işe yarar diye düşündüğünüz her şey. Saldırmak için önce bilmemiz gerekiyor. Ayrıca kesinlikle telefon veya herhangi elektronik bir yolla iletişim kurmuyorsunuz. Sizlere yardımcı olabilecek bir kitap verilecek. Yine de farklı bir durum olursa bütün yetki kendinizde, istediğiniz kararı verebilirsiniz. Kesinlikle iletişime geçmek yok ve benden habersiz kimseyi öldürmek yok. Göreviniz sadece gözlemlemek ve iki ay sonra yani 4 ağustosta hepiniz tekrar buraya geleceksiniz. Gelmeyen olursa, kendi sonunu düşünmeye başlasın. Ve sorusu olan varsa şimdi sorsun, buradan çıktığınız andan itibaren birbirimizle iletişimi keseceğiz. Bu iş tamamen takip edilemeyecek şekilde yapılmalı.”

Kimseden ses çıkmamıştı. Herkes hazır görünüyordu, çıkmalarını ve iki ay sonra gelmelerini söyledim. Hepsi gitmişti. Harm, Hylar ve ben kalmıştık. Bana tuhaf bakıyorlardı, dertlerini anlamıştım. “Anlıyorum Harm, Hylar ancak size böyle görevler veremem, siz artık beyin takımı olmalısınız. Gençler bu işi yapmalı. Sizi tehlikeye atamam.”

Harm bir kahkaha attı; “Şuna bak sen, görüyor musun Hylar? Büyüdü de karar veriyor Yohan!” “Özür dilerim, efendim. Öyle bir şey demek istemedim ama korkumu anlamanızı istiyorum.”

İkisi de gülmeye başlamıştı tekrar. Sadece şaka yaptıklarını söylediler ve bana ne yapacağımı sordular. Beni rahatlatmışlardı. Yatağıma oturdum ve notlarımı elime aldım. İspanya’da 40 kişi, Fransa’da 87 kişi ve İtalya’da ise 63 kişi kalmıştı. Ve İspanya’da 2, Fransa’da 3 ve İtalya’da 4 tane yeri belli olmayanlar vardı ama artık öğrenmiştik. İspanya’dan başlamayı düşünüyordum ve en son yine İtalya’ya gelecektim. Başımı kaldırdım ve onlara doğru bakıyordum.

“İspanya’ya gidiyorum!”

Salı, Eylül 20

*9 - Son Damlasına Kadar

Girişteki koruma ile beraber 12 kişi öldürmüştüm. Sanki hiç kimseyi öldürmemiş gibiydim, her şey normal devam ediyordu. Yaklaşık dokuz ayda 19 düşman öldürmüştüm ve daha 470 kişi vardı. Eğer bu hızla gidersem 20 yılda bitecekti her şey. Tabi bu sadece teoride olan bir şey. 20 yılda her şey değişir, yeni kişiler çıkar, bazıları ölür, bazıları doğar. Çok daha hızlı ulaşmam gerekiyordu üsttekilere. Bir şeyler bulmam lazımdı.

Yatağıma uzanmış listeyi inceliyordum, nasıl kısaltabilirim diye düşünüyordum. O sırada aklıma bir şey geldi. Lisa’nın evindeyken beni vuran adamlar “işin bitti Stephan!” demişlerdi. Hemen “Stephan” ismine kimlere verdiğime baktım, yanılmıyordum sadece Lucas’a vermiştim. Listedeki isimlerin hiçbiri Lucas değildi. Mekanı belli olmayanlardan biri olduğuna emindim. Ama hangisiydi? Ne yapacağımı biliyordum. Cumartesi günü bunu halledecektim.

Bu sırada kapıya vuruldu, gelen Hylar’dı. Konuşmamız gerektiğini söyledi. Geçmişini, özünü, ailesini hiç merak edip etmediğimi sordu. Soğuk bir şekilde cevapladım “Hylar, şu an bununla yüzleşemem bir planım var ve dikkatimi dağıtamam. Hata yapmamalıyım.”

Hylar hiç böyle bir tepki beklemiyordu ki yüzü asıldı. Fakat şu an buna vaktim yoktu. Cumartesi akşamı konuşabileceğimizi söyledim. Bana seslendi ve “Benim kim olduğumu biliyor musun Yohan?” dedi. “Biliyorum” dedim, “Sen 12. Hylar’sın!”.

“Tamam oğlum” dedi, “Sen işine bak.” Ve listeyi güncellediklerini söyledi, bazı kişilerin mekanları ortaya çıkmıştı. Bazılarıysa öldüğü için silinmişti. Yeni liste işimi kolaylaştırıyordu. Roma’da bir değişiklik yoktu. Ancak sayı 400’e kadar inmişti. Şaşırmıştım, nasıl bu kadar azaldığını sordum. Gülümseyerek cevap verdi: “Sadece sen çalışmıyorsun Yohan!”

Sadece ben çalışmıyordum, sadece biz çalışmıyorduk, karşı taraf da çalışıyordu. Harm ve Hylar’ın başına bir şey gelmesinden korkuyordum. Hayatımda birilerinin olması hem hoşuma gidiyor hem de sinirlerimi bozuyordu. Onları düşünmek beni yavaşlatıyordu. Daha çok çalışmam gerekliydi. Ve Harm’la konuşmaya karar verdim ve yanıma gelmesi için aradım.

Bir süre sonra Harm geldi ve direk konuya girdim. “Harm, bana bir ekip lazım bizim gibi eğitimli ve yetenekli bir ekip. Bir planım var ve bu işi olabildiğince hızlı halletmeliyiz. En azından yirmi kişi bulabilir misin?”. Düşünceli düşünceli baktı bana Harm, “Bilemiyorum Yohan yetenekli o kadar kişi var mıdır. Sonuçta çok kan kaybettik ve irreligioso’da eğitim gören yavrularımız ne durumdadır o da meçhul.”

Harm’a biraz daha baskı yaptım, araştıracağını söyledi. En azından on kişi bulmasını istedim. Ve planımı hazırlamaya başladım.
***
1 Haziran 2002, Cumartesi * Roma

Yine aynı yerde toplanıyorlardı, bu sefer daha dikkatlilerdi. Çok fazla kişi vardı ama ben de hazırlıklıydım. Kapıdaki görevlileri zehirli silahımla vurdum. Ve zamanı gelmişti, koşmaya başlamıştım. Sol elimde silahı tutuyordum sağ elimi bıçağı kullanmak için serbest bıraktım. Görevlilerin arasından geçtim ve kırmızı halıyla beyaz duvarların olduğu yerde yavaşça ilerliyordum. Merdivenlere de görevli koymuşlardı. İlk kattakini de zehirle vurdum ve onu kendime kalkan yaparak bir sonraki kata baktım. Orada da biri vardı. Elini silahına attığı gibi ona da zehri fırlattım ve hızla koşup bıçağımı göğsüne sapladım. Ses çıkmasını istemiyordum, ses çıkarsa ortalık karışır ve başlarındaki kişi kaybolurdu ortadan.

Toplantının olduğu yerdeydim ve kapıya düzeneğimi kurmuştum, açıldığı gibi hepsi zehirlenecekti. Görevlilerden birini merdivenlerden aşağı atarak gürültü çıkmasını sağladım ve anında pencereye koştum. Gürültüyü duydukları gibi hepsi silahlarını alıp kapıya yönelmişlerdi. Ben de bu sırada diğer pencereden içeri girdim ve sessizce başlarındakinin arkasına geçtim. O kargaşa da hiçbir şey fark edilmemişti.

Bıçağımı boğazına dayadım ve cebimden çıkardığım fotoğrafı gösterdim.

“Çabuk söyle bana fotoğraftakinin gerçekte kim olduğunu? Lucas aslında kim ve nerede?”

Korkudan bayılmak üzereydi, adamları bir bir yere düşüyorlardı ve çaresizdi. Gün geçtikçe acımasızlaşıyordum. Bugün on beş kişiyi öldürdüm, tarih yine kanla yazılıyordu. Onlar ölmeyi hak ediyorlardı. Son damlasına kadar.

Pazartesi, Eylül 19

*8 - Doğum

4 ay sonra, Nisan 2002 * Roma

Sesler duyuyordum uzun zamandır ama ilk defa anlam verebilmiştim. Birkaç kişi konuşuyordu. Daha dikkatle dinlemeye başladım, kendimi zorluyordum.

“Henüz hazır değil Hylar, şu haline bak dört aydır kendine gelemedi. Çok fena yaralamış kendini. Aslı arası bir kızı öldürecekti.”

“Yedi kişiyi birden öldürdü, irreligioso’dan bahsediyoruz burada. İlk seferine göre çok iyiydi bence. Şu ana kadar kimse onun gibi değildi. O çok farklı ve değişik teknikler uyguluyor.”

“Biliyorum, biliyorum. Ona ben de güveniyorum ama sadece biraz tecrübe kazanması gerek diyorum.”

“Kan.. işte tecrübe böyle kazanılır.”

Hylar doğru söylüyordu. Ben tecrübeyi hep kanla kazanmıştım. Şimdi de öyle olmuştu. Bundan sonra hiçbir zaman vakit kaybetmemeliydim. Uyandığımı belli ettim ve ikisi de hemen yanıma geldiler. “Nerdeyim?”

Roma’ya getirmişler, uzun süredir tedavi görüyormuşum. Fena dağılmış vücudum, çok kan kaybetmişim. Bir şey diyecek gibi hazırlandım, sonra ayağa kalktım. Dikkatli olmamı söylediler, dört ay sonra ilk defa bilinçli hareket ediyordum. Lavaboya doğru gidiyordum. “Hazırlanmalıyım!” dedim.

***
1 ay sonra * Roma
Bir aylık hazırlık sürecinden sonra artık kendimi hazır hissediyordum. Hylar ve Harm sürekli yanımdalardı, beni kontrol ediyorlardı. Odamın aynısını buraya da yaptırmışlardı. Kendimi evimde hissediyordum. Listeyi aldım elime, çok fazla yer gezmem gerekiyordu. Şu an Roma’daydım ve buradakileri arıyordum. Mekanı belli olmayan 47 kişi vardı ve önemli olanlar bunlardı. Roma’da ise 60 kişi vardı. Gözlemlemeye başlamıştım, hem Roma’yı hem de öldüreceğim kişileri. İki hafta boyunca sadece dolaştım ve gözlemledim. Planım oturmaya başlamıştı. Her cumartesi onar kişilik gruplar belli bir yerde toplanıyorlardı. “60 kişi, altı hafta sonra bitecekler.” dedim. Peki acaba o toplantılarda ne yapıyorlardı? Yedi hafta sonra bitsinler diye değiştirdim sonra. Bu cumartesi toplantılarına katılacaktım. Gitmeden önce Harm bana yeni bir silah hazırladığını söyledi, koluma takıp bir ucunu da parmağıma bağladı. Elimi yumruk yaptığımda içindeki bıçak kolumun üstünden çıkıyordu. Harm’a teşekkür ettim, bu silah çok işe yarayacaktı.

***
25 Mayıs 2002, Cumartesi * Roma

Uzaktan takip ediyordum, on kişi de girmişti içeri. Kapıda bir görevli vardı onları içeri alan. Hepsi girdikten sonra, onun yanına gittim. Adımın Jose Adrian olduğunu ve eğitim alanlardan olduğumu söyledim. Latince bir şeyler konuştu telsiziyle, anlamadığımı sanıyordu. Bize Latince öğrettiler dedim, Latince konuşuyordum. Girmemi işaret etti.

Çok sade bir ortam vardı, sade kırmızı bir halı ve beyaz duvarlar. Üçüncü kattaydı toplantı, yavaşça içeri girdim. Tam karşımda tek başına oturan biri vardı. Diğerleri beşerli şekilde sağına ve soluna oturmuşlardı. Tam karşısına oturmamı söyledi. Bir başta o bir başta ben vardım. Beni hatırladığını söyledi ve diğerlerine tanıttı. Sonra biraz muhabbet edildi. Garip bir şerbet içiyorlardı. Ne olur ne olmaz diye içmedim. Sonra en baştaki konuşmaya başladı.

“Evet, kardeşlerim biliyorsunuz yaklaşık beş ay önce yedi arkadaşımız birden öldürüldü. Kimin öldürdüğünü bilmiyorduk ta ki düne kadar. Uzun süredir yaptığımız araştırmalar dün sonuca ulaştı.”

Bu konuşmanın iyiye gitmediğini anladım. Eldivenlerimi giydim ve beş tane zehir vardı yanımda. Hazır halde bekliyordum. En ufak bir şeyde işlerini bitirecektim.

“Sonuca ulaştı ve ona nasıl ulaşacağımızı düşünürken, o bizim ayağımıza..”

İşte beklediğim söz, zehirlerden birini başlarındakine fırlattım. Sonra en yakınımdaki dört kişiye fırlattım. Diğer altısı hemen hançerlerini aldılar. Hızlı olmam gerekiyordu. Sağ tarafımdakinin üstüne atladım ve elimi yumruk yaptığım gibi bıçak boğazına saplandı. Arkamdan yaklaşana çelme taktım ve yere düştüğü gibi suratını yumrukladım, dikenler onu mahvetmişti. Kalktığım gibi cebimden hançerimi çıkarıp üstüme doğru gelenin bacaklarını kestim ve göğsüne gizli bıçağımı sapladım. Ve elindeki hançeri alıp solumdakine fırlattım, sadece bir kişi kalmıştı. Korkudan hareket edemez hale gelmişti. Sadece dua ediyordu, “üzgünüm” dedim ve boğazına sapladım bıçağımı.

Hemen en baştakinin yanına gittim. Yanımda biraz panzehir vardı. Ona da konuşursa yaşatacağımı söyledim. Çok acı çekiyordu ve panzehir verince rahatladı. O da diğerleri gibi konuşmaya başladı. Ölüm korkusu ve acı insana her şeyi yaptırır.

Her cumartesi farklı grupların toplandığını ve her grubun başının farklı olduğunu söyledi. Altı tane başın isimlerini verdi. 47 kişiden altı tanesi belli olmuştu. Sonunda ilerleme kaydetmiştik.

“Hadi, istediğin her şeyi söyledim. Serbest bırak beni, Yohan!” Ayağa kalktım ve bıçağımı çıkardım.

“Tanrı seni bağışlasın Jason!”

Cuma, Eylül 16

*7 - Üşüyorum

16 Ağustos 1991 * Amsterdam

Amsterdam’da güzel bir yaz havası vardır, hava sıcaktır ama bunaltmaz. Eğitimimizin olduğu yerin arka tarafı sahildi. Kayalıklara oturmuş denizi ve uzakları izliyordum. Bazen herkesten ayrı bir yere gider ve sorgulamaya başlardım. “Neden buradayım? Bitince ne olacak? Sürekli birilerini öldürmek zorunda mıyım?” gibi sorular. Ancak o gün sebebi farklı idi. Lisa ile konuştuğumdan beri normal değildim. Âşık olduğumu hissediyordum ve bu beni rahatsız ediyordu. “Aşk; normal insanlara göre bir şey” bende olamaz dedim.

Suya taşlar fırlatıyordum ve o sırada Lisa geldi yanıma. “Ne yapıyorsun burada Daniel, herkes içeride seni bekliyor!”. Beni niye bekliyorlar bir anlam verememiştim, şu an serbest olmamız gerekiyordu. Sessizce bekliyordum ve taş fırlatmaya devam ediyordum. “Hadi Daniel, delirdin mi sen? Ceza alacaksın yine!”.

Daha önce birkaç ceza almıştım, hepsi Lisa’yı korumak içindi. O’na bulaşılmasını istemiyordum. Hernandez adında bir çocuk fena dayak yemişti benden. Tabi sonrasında ben ağır bir dayak yedim. Ama önemli değildi, Hernandez bir daha bulaşmadı Lisa’ya. “Her insanın yürüyüşünün farklı olduğunu biliyor muydun?” dedim. “Hadi Daniel, sonra anlatırsın, şimdi içeri girmeliyiz. Hadi!” Elini uzatmıştı, elini tuttum ve indim oturduğum kayanın üstünden.

Koşarak götürüyor beni, acele etmemiz gerektiğini söylüyordu. “Neler oluyor Lisa? Şu an boş değil miyiz?”. Ek eğitim falan olduğunu söyledi. Önce kendisi girdi içeri, sonra ben girdim. Benim için bir parti düzenlemişlerdi. Tamamen aklımdan çıkmış, benim doğum günümdü bugün. Çok sevinmiştim ama belli edememiştim. Yine de güzel bir gündü.

***

Uyandım, yaşıyordum. Uykumda o günü hatırlamıştım. Tedbirlerim işe yaramıştı. Lisa baygın iken, evin girişine kapı açılırsa saçılacak şekilde zehirleri yerleştirmiştim. Her şeyi önceden tahmin etmek ve düşünmek gerekir. Ne olacağını bilemezsiniz. Çok kötü vurulmuştum ama ölmemiştim. Beni vuranların yaşıyor olmalarını umdum. Zar zor ayağa kalktım, altı kişi yığılmıştı yere. Kanamam çok fazlaydı, ancak onla uğraşamazdım şu an. Adamlar ölebilirlerdi. Listeyi elime aldım ikisi hariç diğerlerini tanımlamıştım. Üstlerini çizdim. En ayık gördüğümün yanına gittim.

Bana küfürler saydırıyordu, eninde sonunda öldüreceklerini söylüyordu. Biraz panzehir verdim, kendine geliyordu. “Eğer bana istediklerimi verirsen, seni iyileştiririm. Bu zehri ben yaptım, panzehrini bulmadan kullanmam.”. Bana inanmıştı ve konuşuyordu, diğer iki ismin de üstünü çizdim. Sonra cebimden zehri çıkarttım, adam sevinmişti çünkü panzehir sanıyordu. “Bu sana iyi gelecek ama sakın beni takip etme.” dedim. Yanından ayrılıp lavaboya gittim. Karnımdan vurulmuştum ve omzumu da sıyırmış bir mermi. Karnım çok kötüydü. İyice sardım karnımı, saat gecenin üçüydü. Dışarı çıktım ve doğruca evime gittim. Hylar’ı aramak istiyordum, durumum çok kötüydü. Bir şekilde gelmesini veya aramasını bekledim. Yatağa uzanmıştım ama çok halsizdim. Yine etraf kararıyordu, telefon çalmaya başladı. Etrafı göremiyordum, elimle yokluyordum ve sonunda buldum telefonu.

“Hyl.. Hylar.. evdeyim..”. Elimden düştü telefon, anlamasını istiyordum. Daha baştan çuvalladım diye düşündüm, çok kan kaybetmiştim. Öldüğümü hissediyordum.

“Üşüyorum..”

Salı, Eylül 13

*6 - Karar

Lisa ya da Sophie beni nasıl tanıdı bilemiyorum ama tanımıştı. Ve aklıma gelen ilk iki şey ya öldürmek ya kurtarmak oldu. Sonra biraz daha düşündüm bu durumu kullanabilirdim. Lisa’ya daha sevecen yaklaştım, onu yerden kaldırdım ve yatağa yatırdım. Yüzü çok kötü olmuştu ve zehrin etkisi altındaydı. Panzehrin bir kısmını verdim ve etkisi için bir süre bekledim.

Bu sırada Lisa’yı inceliyordum. Onu en son altı yıl önce görmüştüm. Eğitimimi tamamlamıştım ve ayrılmak zorundaydım. Kimseyle vedalaşmamıştım. Sadece Lisa’nın beni izlediğini gördüm. Bakışlarının hala aynı olduğunu fark ettim. O zaman sene 1995 idi. Ayrılmayı o gün öğrenmiştim. Bugün ise kavuşmayı öğrendim. Ve aslında sadece orada değil sürekli bir eğitim aldığımızı fark ettim. Hayat, bir eğitimdi.

Lisa biraz kendine gelmişti bana karşı gelmek istiyor ama yapamıyordu. Kendini zorlamamasını yoksa panzehrin etkisinin azalacağını, dinlenmesi gerektiğini söyledim. “Lisa, bana seni öldürmemi söyledi biri. Bilirsin, ben bu işi para için yapıyorum. Sen olduğunu bilmiyordum. Ancak bana anlatman gerek, kim seni öldürmemi istemiş olabilir?”

Lisa kararsızdı, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kendini zorladı ve oturur pozisyona getirdi. “Biraz su getirir misin Daniel?” Yanından ayrılmamalıydım o yüzden daha önceden su almıştım yanıma. Ters bir şey yapıp yapmayacağından emin olamazdım. “Her suikastında böyle mi yaparsın, öldüğümü hissediyorum Daniel? İkimiz de eğitimliyiz beni bu kadar rahat öldürecek olman normal değil. Açıkçası şu ana kadar en iyisi olduğunu düşünüyorum.”

Özür dilemiştim bu lafların üstüne, Lisa’ya bunu yapmak istemezdim. Neyse ki yanıma panzehir almıştım. Konuya tekrar döndürdüm Lisa’yı. “Hadi ama Daniel bilmiyor olamazsın, tabi ki şu Kutsal Romacılar tutmuştur. Bizim onlardan başka düşmanımız mı var? Sürekli güç kaybediyorlar ve artık bitme noktasındalar. Salaklar gizlice öldürebileceklerini sanıyorlar. Seni tutmuşlar, beni gizlemişler buraya kadar tamam ama sen gelince tanımayacak mısın sanki beni veya başkalarını? Onlar ölüyor artık Daniel, bugüne kadar hepimiz onları öldürdük. Soyları tükenecek ve önümüzde o papa saçmalığı kalmayacak.”

Amacıma ulaşmıştım, taktiğim tutmuştu. Demek bana anlattıkları doğruymuş. Ama karar veremiyordum, Lisa’ya baktıkça onu öldüremeyeceğimi anlıyordum. Ya onu öldürecektim ya da kendi soyuma ihanet edecektim. Lisa hala çok halsizdi. Ona anlatmaya karar verdim. “Lisa sana bir şey söylemem gerek..”

Bana çevirdi yüzünü Lisa. Anlatmaya başladım, Kutsal Roma İmparatorluğunun soyundan kalan en genç kişi olduğumu, papayı ve son kalan diğer dört kişiyi. Beni şaşkınlıkla dinledi, şimdi sıra ondaydı “Daniel ya da Yohan her neyse, sen.. yani.. nasıl.. onca yıl beraberdik.. aynı yerde yetiştik.. kime ihanet ettiğini sanıyorsun? Bize mi onlara mı? Sen bizdensin Daniel, bizle yetiştin.. hayır.. hayır.. bunlar gerçek değil.. ciddi değilsin değil mi..?” Kesik kesik konuşuyor ve sinirden gülüyordu Lisa. Sonra bir anda ciddileşti. “Doğru değil bunlar Daniel değil mi? Yoksa ölürsün!”

“Üzgünüm Lisa, son anlarında her şeyi bil istedim.” Acı çekmesini istemiyordum, sadece zehri verdim. Yavaş yavaş etki ediyordu, önce kolu boynumdan çekildi. Bilinci kaybolmak üzere idi. “Lisa beni dinliyor musun?” Başını oynatmıştı. Gözlerinden yaş geliyordu, gözlerimden yaş geliyordu. “Seni hep seveceğim Lisa, bunu da bil.” Diğer eli de elimden kaydı. “Ben de..” diyebilmişti sadece. Bir süre sonra tamamen bilinci kayboldu. Yaşıyordu ama hissetmiyordu, eziyet çekmesini istemiyordum. Hançerimi çıkardım ve kalbine saplamak üzereydim. Ağlamamaya çalışıyordum, ilk defa.

Katliam başlamıştı ve benim için en önemlisi ve en zoru en baştaydı. Gerisini rahatça yapabilirdim. Sevdiğimi öldürmek zorunda kaldığım için intikam almak istiyordum ve ‘irreligioso’yu sorumlu kılmıştım. Onlar ortalığı karıştırmasaydı bunların hiçbiri olmayacaktı. Hepsini öldürecektim ve bu karmaşa kalkacaktı. Öldürmemek için öldürecektim.

Hançerimi kalbine doğru batırmaya başladım hafif bir kan yayıldı kıyafetine. Bir damla daha düştü gözlerimden eldivenime. O sırada kapı aniden açıldı ve iki kurşun sıkıldı. Yere düşmüştüm. Etraf bulanmıştı, elimi karnıma attım yaralanmıştım. Biri bağırıyordu;

“İşin bitti Stephan!”

Cumartesi, Eylül 10

*5 - Lisa

“Henüz eğitime yeni başlamışken orada birçok şey hayal ederdim ve bunları kağıda dökerdim. Bir kral olduğumu veya bir imparator veya bir imparatoru öldüren ve sonrasında kaçabilen biri olduğumu düşünürdüm. Sonra hepsini kurgular ve yazardım. O zamanlar hayal ettiğim şeylerin bir kısmını yapıyordum. Şimdi bana söylenen şey ise hayalimin en uç noktasıydı. Böyle bir şeyi benden nasıl isterler, tek başıma bir orduyu yıkmamı bekliyorlar. Zamanımın olduğunu söylüyorlar. O listede yaklaşık beş yüz kişi var. Hepsini yakalanmadan öldürmem beş belki on senemi alır. Bunlar benim gibi eğitimli kişiler, herhangi birini öldürür gibi öldüremem ki.”

“Hadi ama Jose, hepsini birer birer öldüreceksin. Her zaman yaptığın gibi önce gözlem sonra saldırı. Zayıf anlarını yakalayacaksın. Eğer her şey yolunda giderse belki bir iki sene içinde biter.”

Kendime hep Jose Adrian ismini yakıştırmışımdır. Bu ismi sadece kendim kullanırım. Kafamın içinde sürekli çelişkiler dolanıyordu. Sanki üç kişiye ayrılmıştım. İkisi sürekli tartışıyor ve biri de tartışmaları dinliyor. Sonra dinleyen diğerlerini susturdu: “Gerçekten Kutsal Roma İmparatoru muyum?”

Hayatın bizi nereye götüreceği hiç belli olmaz. Sıradan bir suikastçi iken ne olduğumu öğrendim. Ben bunları düşünürken bir dakika bile olmamıştı. Kararımı vermiştim. Hepsini teker teker öldürecektim. Ta ki Irreligioso yok olana kadar. Bana eşyalarımı geri verdiler. Papa beni Kutsal Roma İmparatoru ilan ettiğini söyledi. Henüz kimseye söylenmeyecekti. Yoksa beni öldürürlerdi.
Hala inanamıyordum ama onlara güvenmiştim. Hylar’a güvenmiştim, bana çok yakın davranıyordu. Sebebini yakında anlayacaktım. Geçmişimi bu yaştan sonra öğrenmek ağır gelecek. Beni yavaşlatmamasını umuyorum. Listeyi elime aldım ve incelemeye başladım. Klasik bir sistemdi en sondan başlayıp sürekli bir üstü öğrenecektim. Liste ilerledikçe bilgiler azalıyordu. İlk isme baktım; Sophie Cartner. Yine bir kadın ve yine derde gireceğim hissine kapıldım. Bu gece o kadının işi bitecekti ve alabildiğim kadar bilgi alacaktım. Artık çok daha hızlı olmalıydım, çünkü birini öldürdükten sonra hemen kaçmayacaktım. O yüzden dikenli eldivenlerime zehir sürmüştüm ve panzehir de almıştım yanına. Nedense ihtiyaç olacağını hissetmiştim.

Yine önce gözlemledim, tahminim doğru çıkmıştı koruma yoktu ve rahat girilebilecek bir binaya benziyordu. Kaçış yollarına baktım, duvarları ve pencereleri inceledim. Belki girmesi daha rahat olurdu. Sophie dördüncü katta oturuyordu tırmanması zor olabilir diye düşündüm. Bundan vazgeçtim, apartmana giriş kolaydı ve kapılar çok da sağlam durmuyordu. Pencereyi kaçmak için kullanırım dedim. Planım hazırdı. Hemen eve gidip hazırlandım ve Sophie gelmeden önce evine girmiştim. Karanlıktı ve bekliyordum.

İnsanın karşısına en istediği kişi en istemediği zamanda çıkar, bunu engelleyemezsiniz. Yapmak istemediğiniz şeyleri yaparsınız, telafisi zordur. İşte zaman böyle alır gider her şeyi, geri getiremezsiniz. Ben de yumruklarımı sıkmıştım, geri getirememek üzere sallayacaktım. Sadece kapının açılmasını bekliyordum. Evet, işte o an geldi!

Kapıyı sakince açtı Sophie ve içeri adımını atar atmaz yere yığıldı. Yüzünde çok fazla yara oluşmuştu. Bacaklarına birkaç tekme attım ve Irreligioso hakkında ne biliyorsa söylemesini istedim. Sophie sesimi duyunca birden yüzünü bana doğru döndü: “Daniel, bu sen olamazsın!”

“Lisa?!”

Çarşamba, Eylül 7

*4 - Rüya

“Sen de kimsin?” evet, ağzımdan çıkan tek cümle bu olabilmişti. Kadın fotoğrafı cebine koydu ve bunu burada konuşamayacağımızı söyledi. Kulağıma eğildi ve sessizce “Hylar Mono” dedi.

İsmini söylediği anda hatırladım, bu fotoğraftaki kadındı. Nasıl tanıyamadım yüzünü diye kendime kızdım. Hayatımın en zor anlarından biriydi. Beni tanıyan birileri vardı. Mona Lisa gibiydim; üzülsem mi sevinsem mi bilemiyordum. Salak bir ifade oluşmuştu herhalde yüzümde. Kendisini takip etmemi söyledi. Nereye gidiyoruz diye her sorduğumda aynı cevabı alıyordum: geçmişine!
Önceleri dalga geçtiğini sanıyordum ama iş gittikçe ciddileşiyordu. Evime yaklaşıyorduk ve ben bundan hoşlanmamıştım. Evime gelmeden bir önceki sokakta kadını durdurdum ve nereye gittiğimizi sordum. “Bana güven, iyi gelecek.” dedi. Sonra elini kaldırdı ve omzuma koydu.

Aniden uyandım ve etrafıma göz gezdirdim. Benim evimdeydik, içeride birkaç kişi daha vardı. Elini omzuma koyduğunda uyuşturmuş olmalı diye düşündüm. Evimi biliyorlardı, tamamen tepkisiz duruyordum. Tıpkı bize öğrettikleri gibi, tehlikede isen hiçbir şey belli etmemelisin. Ben de öyle yapıyor ve sadece gözetliyordum. Hylar tam karşımda idi, beyaz bir elbise giymiş, sağ tarafı hafif kabarık ve orada bir hançer olduğuna eminim ancak benim gibiler görebilir. Sonra hepsinin gizli hançerleri olduğunu fark ettim. Fotoğrafta gördüğüm Marono aralarında değildi. Bunlar başka birileri, ne istiyorlardı benden. Bunları düşünürken bir yandan silahlarımı arıyordum, hiçbiri yanımda değildi. Hepsini toplamışlar. Bu sırada biri konuştu, sol taraftan geliyordu ses. Bu adamı fark etmemiştim. Kendini biraz daha öne çıkardı ve ben yine şoktaydım.

Ne zaman bir kadınla buluşsam, konuşsam, âşık olsam veya herhangi bir şey yapsam hep kötü oluyordu sonu. Bunlar da kim ne arıyorlar evimde, ne arıyorlar bende, beni nereden tanıyorlar ve papanın burada ne işi var? Hiç bu kadar bocalamamıştım, gerçekten dibe vurmuş durumdaydım. Silahlarım yok, kıyafetlerim yok, kafam allak bullak ve karar veremiyordum. Papa II. Jean Paul konuşmaya devam etti “Evlat, hepimiz hayatta yalnız olduğumuzu sanırız. Oysa Tanrı bizi koruyacak şeyleri hep gönderir. Yeter ki O’na sadık ol. Sen çok önemli bir kişisin ve farkında olmasan da bugüne kadar seni hep biz yetiştirdik. Bildiklerini biz öğrettik. Bizim gücümüz gittikçe zayıflıyor, ancak sen bunu tersine çevirebilirsin.” Ne diyordu hiçbir şey anlamamıştım. “Ne önemi ne gücü, ben sadece suikastçıyım ve işimde iyiyim hepsi bu!” diye bağırmıştım.

Hylar araya girdi “O isimler üstünde hiç düşündün mü Yohan? Ne anlama geldiklerini biliyor musun? Yohan Lorm daha önce hiç verilmemişti, sen ilksin. Ben 12. Hylar’ım. Burada gördüğün diğer kişiler ile papayı da sayarsak altı kişiyiz. Evet, sadece altı kişi kaldı ölümden kurtulabilen. Her yerde peşimizdeler ama seni bilmiyorlar Yohan. Sen onları alt edebilirsin, soyumuzun ve imparatorluğun devam etmesi için.”

İsimler üstünde düşünmeye vaktim olmamıştı, şu an düşünecek durumda da değildim. Ne imparatorluğu ne soyundan bahsediyordu bu kadın. Tekrar konuşmaya başladı, ben yorulmaya başlamıştım çünkü o anlattıkça benim kafamda binlerce soru oluşuyordu. “İsimlerimiz hep ‘Holy Roman’ kelimelerinden türetilir. Bizler Kutsal Roma İmparatorluğu’nun günümüzdeki devamıyız. 1806’dan beri yani 195 senedir gittikçe zayıfladık. Ve şimdi bu durumdayız. Hepsini ‘Irreligioso’ yaptı. Onlar; dine karşı bir topluluk. Bizim ve papanın gücünün azalması için durmadan çalıştılar. Seni biz yetiştiremezdik. O yüzden onların arasına göndermeliydik, daha önceden gönderdiğimiz biri seni olabildiğince korumaya çalıştı. Diğerlerinden farklı şeyler öğretti. Bu yüzden daha iyisin. Bizleri er ya da geç bulacaklar Yohan, biz ölene kadar bizi takip et. Listenin dışına çıkma ve eğer ölürsek listeyi takip et.”

Hani bazen rüyaları gerçek sanırsınız ve uyandığınızda içinizde tuhaf bir his olur. Az önceki mi rüyaydı yoksa şimdi mi rüyadayım diye düşünürsünüz. Bazen bu gerçek hayatta olur. İşte o anlardan biriydi. Hylar yanımda diz çökmüş ve eli elimde, karşımda Papa duruyor, daha gerilerinde üç tane tanımadığım adam. Biri çok uzun, diğeri benle aynı boyda gibi. Ayaklarımın üşüdüğünü hissediyorum. Yıllar önce aldığım tabloyu görüyorum yerde, ortada bir nehir var, nehrin üstünde bir köprü ve köprü de bir adam, bir tarafta Paris var bir tarafta Roma.

Peki; yaşadıklarım gerçek miydi? Yoksa rüyada mıydım?

Pazar, Eylül 4

*3 - His

Fotoğrafı ışığa doğru tutmuştum ve herkesin üstüne isminin yazılı olduğunu gördüm. Hepsini not ettim. Öldürdüğümün arkasında Harm Yooln yazıyordu, benim diğer yanımda ve daha genç duran kişinin arkasında Marono Hyl yazıyordu, öldürdüğüm kişinin yanında yine o kadar yaşlı durmayan bir kadın vardı ve onun arkasında da Hylar Mono yazılıydı. Geriye sadece ben kalmıştım, benim arkamda da Yohan Lorm yazıyordu. Adım buymuş demek dedim. Ancak aklıma bir şey takılmıştı, isimler birbirine çok benziyordu. Ne olduğu üstünde bir ara düşünmeliyim dedim. Birine mi sorsam acaba diye düşündüm, anında cevap verdim kendime: kimi tanıyorum ki?
Bize hep kendi işimizi kendimizin halletmemiz gerektiği öğretildi. Bu yolda birçok şey öğrenmiştik. Becerikli olup olmadığınızı sorgularsınız en başta. Sizden bir ormanda sığınacak bir yer yapmanızı isterler, veya terkedilmiş bir inşaatta. Süreniz vardır, eğer bu süre içinde bulunmazsanız başarmışsınız demektir. Kıyafet dikmeyi, tamirat yapmayı öğrettiler. Hiç teknoloji görmedik. Şu an biri benim yanımda yaşasa herhalde bundan bin yıl öncesine gittiğini düşünür.
Bize kitap da okuturlardı, gerçekten büyük bir kütüphanemiz vardı. Tamamen tarihi eserlerle dolu bir kütüphane. Orada okuduğumuz şeylerin, gerçek dünyada bulunmadığını anladım. Çok önemli eserler vardı, orada bulunduğum süre içerisinde neredeyse hepsini okudum. Tarihi birçok kişi yanlış biliyor. Hiçbir şey çoğu kişinin bildiği gibi değil. İnsanoğlu hep kendini anlatma çabası içindedir, eskiler de anlatmış ve kaydetmişler. Oysaki herkes yok oldu sanıyor. Bir gün her şeyi açıklayacağım, insanlık doğruyu görmeli.
Bu sırada yine telefonum çaldı, açsam mı açmasam mı kararsızdım. Telefonu açtım ve bir bayan çıktı karşıma. Bugüne kadar hiç kadın aramadı diye geçirdim aklımdan. Aşkın güzel bir şey olduğunu ancak bizim işimizde yeri olmadığını söylemişlerdi. Sevmek sizi yanıltabilir, konsantrasyonunuzu azaltır. Yaşamınız zorlaşabilir, saklanmanız güçleşebilir. Eğitim sırasında bir kızdan hoşlanıyordum. Bu konuda bize karşı çok serttiler. En sevmedikleri konu aşktı. Şakası yoktu bu işin, kızı gözümün önünde dövdüler ve ileride başıma gelebilecek şeyleri göstermiş oldular. Anlatmıyorlar yaşatıyorlardı. Ben de dayak yemiştim, birkaç gün yataktan kalkamadım. Uyandığımda ise bir daha o kızı göremedim. Bana adının Lisa olduğunu söylemişti.
Telefondaki kadın ne yaptığımı bildiğini söyledi ve bir buluşma teklif etti. Kabul etmiştim, çünkü ilk defa bir kadın beni iş için arıyordu. Adının ne olduğunu sorduğumda söylemedi. Zamanla öğreneceğimi söyledi. Şu ana kadar yaptığım işlerin hepsinden daha büyük bir iş olduğunu söyledi.
Kadınla buluştuğumuzda direk konuya girdi, büyük bir örgütün olduğunu bulduğunu ve bunu bitirmek istediğini söyledi. Ancak gizlilikle yapması gerekiyormuş, yoksa birçok sorun çıkabilirmiş. Bunlar küçük sorunlar değil, dünyayı değiştirecek belki savaşa sürükleyecek sorunlarmış. Ve önüme içinde isimler bulunan ufak bir ajanda koydu. Sayfaları gezdirdim, içinde öldüreceğim kişiler ve o kişiler hakkında notlar vardı. “Bu bir katliam” diyebildim ancak. “Evet” dedi kadın, istediği tam buymuş.
Çok inandırıcı gelmemişti ve biraz daha açıklamasını istedim. Beni nasıl bulduğunu sordum ve niye bana güvendiğini. “Seni uzun zamandır takip ediyordum” dedi. Ben şaşırmıştım, beni takip eden biri nasıl olabilir. Nasıl fark edememiştim, nasıl izimi sürmüşlerdi. Yoksa beni açığa çıkarmak için bir oyun muydu? Aklımda yine bin türlü soru vardı. Bunları belli etmemeye çalışıyordum.
Kadın bana şunları söyledi “İstediğin kadar gizlenmeye çalış, biz aynı çalışırız Yohan, hiçbir zaman yalnız değildin. Eğitim anında bile değildin, seni bu günlere kadar getirmek için çok çabalandı. Son öldürdüğün kişi, hani şu yaşlıca biraz, adı Harm. Onu da öldürdükten sonra zamanının geldiğini anladım. Ve sana ulaştım Yohan. Artık zamanı geldi.”. Ve önüme bir fotoğraf koydu. Bu benim o adamdan aldığımın aynısıydı. İnsanın kendi hislerini anlatması galiba en zoru. O an ne durumda olduğumu kimse bilemeyecek ve anlayamayacak. Tıpkı bulanık bir tablo gibi. Fotoğrafa baktım ve ağzımdan çıkan iki kelime oldu:

“Sen de kimsin?”